Posts Tagged ‘yahya kemal’

10
Şub

Kış Nağmeleri ve Kar Mûsıkîleri

   Yazar: Fahri Kaplan    Kategori Edebiyat

           Kış geldi.  Ayrı bir nimet, ayrı bir bereket! (Allah, kimseyi bu kışta açıkta bırakmasın demeyi de unutmadan…) Kış deyince yağmur gelir akla ve tabii kar gelir. Kar, beyaz örtüsünü çekince yeryüzüne, sokaklara tenhâlıkla birlikte çocuklar gelir. Kartopu gelir, kardan adam gelir… Ve soğuk kış gecelerinde sokaklara kömür kokusu buram buram gelir.

            Karın en göze çarpan yönü beyazlığıdır belki ama Cenap Şahabeddin ve Yahya Kemal’in “kar”lı şiirlerinin başlıklarında “kar”ın müzikalitesi öne çıkar. Cenab’ın şiiri “Elhan-ı Şita” (Kış Nağmeleri), Yahya Kemal’inki ise “Kar Mûsıkîleri” adını taşır. Cenab’ın şiirinde kış/kar kainattaki âhengin bu mevsimdeki tezahürü yönüyle işlenir. Şair, şiirde karın âhengini müzikal bir sesle vermek ister. Kar, bu şiirde “eşini gaib eylen bir kuş gibi” geçen ilkbahar günlerini aramaktadır:

Bir beyaz lerze, bir dumanlı uçuş,
Eşini gaib eyleyen bir kuş
gibi kar
Geçen eyyâm-ı nev-bahârı arar.

             Yahya Kemal’in “Kar Musıkîleri”nde ise insanî duyarlılık ve gurbet, daüssıla gibi duygular  öne çıkar. Şâir bu şiiri Varşova’da elçilik görevinde bulunduğu 1927 senesinde yazmıştır. Şair, şiirde çizdiği manzarayla yaşadığı gurbeti ve daüssıla arzusunu dile getirir. Kar, bu Orta Avrupa şehrinde sanki hiç bitmeyecek gibi yağmaktadır:

Bin yıldan uzun bir gecenin bestesidir bu.  

Bin yıl sürecek zannedilen kar sesidir bu.

            Varşova’da yağan bu kar, mekâna paralel olarak şairde bir manastır ayini ve İslav kederi hissi uyandırmaktadır. Farkına vardığı bu his, Yahya Kemal gibi bir İstanbul âşığının ve Türk-İslâm medeniyeti şairinin ruhunu cezbetmemektedir. Şair bunu:

Duydumsa da zevk almadım İslav kederinden” mısraıyla ifade eder.

           Ve Yahya Kemal, bu dakikadan sonra eski plakta Tanburi Cemil Bey’i dinleyerek bu şehirden, bu devirden çok uzaklara gider, Müslüman Türk medeniyetinin kalbi olan İstanbul’un en özlü sesiyle adeta bütün bir geceyi Körfez’de geçirir:

Zihnim bu şehirden, bu devirden çok uzakta,

Tanbûri Cemil Bey çalıyor eski plâkta.

Birdenbire mes’ûdum işitmek hevesiyle

Gönlüm dolu İstanbul’un en özlü sesiyle.

 Sandım ki uzaklaştı yağan kar ve karanlık,

 Uykumda bütün bir gece Körfez’deyim artık!

         Yahya Kemal’in zihninin şehirden (Varşova’dan) uzakta olmasının yanında devirden de uzakta olmasını ifade edişi dikkat çekicidir. Zira modern devir, klâsik dönemin muhteşem sesinin ve bütünlüğünün yerine bütünü parça parça ederken bir zevk çözülmesi yaşamış, çoğu kez de farklı fanteziler uğruna hakikat planında kendini zevksizliğe mahkûm etmiştir. Bu ise Yahya Kemal gibi bir medeniyet şairinin; mısraa ve dolayısıyla sanata haysiyeti gözüyle bakan bir sanatkârın gönlünde ma’kes bulacak bir zaman, bir devir değildir. O yüzden Tanburi Cemil Bey ile Klâsik Türk Mûsıkîsinin “bir altın anahtarla ruh ufuklarını açan” iklimine yani “Kendi Gökkubbemiz”e dönecektir. Rûhu şâd olsun!

           Hâmiş: Bu yazı, ilk olarak Ocak 2013’te Biga Doğuş Zirve Gazetesi’nde yayımlanmıştır. 

                                       Fahri KAPLAN

Tags: , , , , ,

1
Kas

Öyle Bir Mûsıkîyi Örten Ölüm

   Yazar: Fahri Kaplan    Kategori Edebiyat

 

    -“Rindlerin Ölümü” başlıklı yazıya ek olarak yazdığım bu satırları, 1 Kasım 1958’de âsude bahâr ülkesine uğurladığımız Yahya Kemal’in ölümünün 51. yıldönümü anısına tekrar paylaşmak istedim.-

     Ey, benimle bu satırları okuyan arkadaşım! Bilmem ki bu millet bir Yahya Kemal daha görür mü? Böyle büyük idrakler, böyle büyük ruhlar bizi bize anlatmazsa kaybolmuş kimliklerimize hangi sûretleri oturtacağız. İçimizdeki en hassas yere vurmuyorsa mızrap, bamteli senelerdir o mızrabın darbesine hasretse… Kim çalacak ruhlarımızın muhtaç olduğu o mûsıkîyi söyler misin?

    Şimdi bakıyorum da Yahya Kemal gideli ve onun yerine kelimeleriyle mızraba böyle bir ses verebilen bir şair gelmeyeli tam 51 sene olmuş. Rindliğin en zirve duyuşlarını yaşayan, asırlar boyunca yoğrula yoğrula kazandığımız medeniyetimizi oluşturan ruhu derinden kavrayan  ve bize bütün bunları eşsiz ifadelerle anlatan böyle bir sanatkârın ölümü insanda bir teselli bırakır mı? Şimdi ben Hâfız’ın bahçesindeki bülbül gibi her gece günün ağırdığı vakte kadar ağlasam yine de kâfî midir? Aziz Yahya Kemal, senin ve bütün rindlerin ruhu şâd olsun. Sana karşı olan hislerimin ifadesini yine ancak senin mısralarında buluyorum. Sen bu sözleri milletimizin iftihar vesilesi iki büyük bestekârın (Itrî ve İsmail Dede Efendi) ölümü karşısında söyledin, ben de senin ölümün karşısında yine bu sözleri söylüyorum:

“Öyle bir mûsikiyi örten ölüm,
Bir teselli bırakmaz insanda.
Muhtemel görmüyor henüz gönlüm.
Çok saatler geçince hicranda,
Düşülür bir hayâle zevk alınır.
Belki hâlâ o besteler çalınır,
Gemiler geçmiyen bir ummanda.” (”Itrî”, Kendi Gök Kubbemiz)

***

“Fânî ise öz bestelerin hallâkı/ Doğmak yaşamak nafiledir dünyâda”(”İsmail Dede”, Rubâîler)  

 

Tags: ,

30
Eyl

Rindlerin Ölümü

   Yazar: Fahri Kaplan    Kategori Edebiyat

    Rind, hayatı gönlünce yaşadı. Ölümü karşılarken de eğilip bükülmedi, gönlünce bir tavır koydu. “Öleceksem de göğsümde açacak lâleler, güllerle ölürüm, yaşadığım ânı doldururum. Günü gelince de çeker giderim. Harâb olan tenim varsın bu yolda harâb olsun.” tavrıyla karşıladı ölümü. Rindin hayatı ve akşamı böyleyse ölümü bundan farklı olabilir mi? İşte Yahya Kemal’in “Rindlerin Ölümü” şiiri:

          RİNDLERİN ÖLÜMÜ

Hafız´ın kabri olan bahçede bir gül varmış;
Yeniden her gün açarmış kanayan rengiyle.
Gece; bülbül ağaran vakte kadar ağlarmış
Eski Şiraz´ı hayal ettiren ahengiyle.

.

Ölüm asude bahar ülkesidir bir rinde;
Gönlü her yerde buhurdan gibi yıllarca tüter.
Ve serin serviler altında kalan kabrinde
Her seher bir gül açar;her gece bir bülbül öter.

                                            Yahya Kemal

***

 (Hâfız’ın kabri)

    Rindlerin Ölümü, edebiyatımızdaki en güzel ölüm şiirleinden biridir. Bu şiirde ölüm bile güzelleşir. Âsûde bahar ülkesinde ebedî bir istirahat hâlini alır ve insan muhayyilesini kendine râm eder.

    Hâfız (Hâfız-ı Şirâzî), sadece 14. yüzyıl Fars edebiyatının değil, dünya edebiyatının yetiştirdiği en müstesna şairlerden biri, doğunun engin dünyasını şiirlerinde yansıtan büyük bir sanatkârdır. Rindlik ve rindâne duyuş onun şiirlerindeki derin aşkı ve his dünyasını besleyen en önemli unsurdur. Hâfız’a rindlerin has bahçesinin en müstesna gülü desek yanılmış olmayız. Yahya Kemal, bu büyük şâiri “Rindler” serisinin son şiirinde anarak ona asırlar sonrasından bir selâm yollamış, şiirin ilk kıtasında çizdiği ideal rind şahsiyet için onu seçmiştir. “Rindlerin Ölümü” asırlar önce ölmüş, ama ismi dünya durdukça var olacak bu büyük rindin, bu aşk erinin ismiyle başlar. Hafız’ın kabri, rindin ölümündeki kendine has edânın bir timsaline bürünür bu ifadelerde. 

    Hâfız’ın kabrindeki gülün her seher vaktinde kan kırmızı rengiyle açması, rindin bu dünyadan gitse de ruhunda taşıdığı güzelliklerin hâlâ şu kirlenmiş dünyaya güzellik kattığını fısıldar ruhlara. Hâfız gibi büyük rindler bu dünyadan gitseler de arkasında bıraktıkları eserlerle ruh dünyalarının derinliklerindeki mis kokuları yayarlar etrafa.

    Şair, Hâfız’ın bahçesindeki gülün kanayan rengiyle açtığını söylüyor. Bülbülünse eski Şiraz’ı hayâl ettiren nağmeleri terennüm ederken ağlamasından bahsediyor. Gülün kanaması, bülbülün ağlaması has rindliğin timsâllerinden olan Hâfız’ın artık bahçelerine uğramamalarından olsa gerektir. Bir rindin ölümü karşısında güller ve bülbüller mâtem tutmaktadır. Nasıl tutmasınlar? Gülü ve bülbülü sıradan bir çiçek ve kuş olmaktan kurtarıp aşkın en zarif sembolü hâline getiren şairlerin rind ruhundaki zarâfet değil midir? Rindler olmasa aşk olmayacağı gibi gülün kokusundaki vuslat tadını, bülbülün nağmesindeki aşk ızdırâbını bilen mi kalır? Kendini maddenin dar ufkuna hapsedip aşktan nasibini alamayan hissizler gülün bülbülün kıymetini ne bilir! O kabalık, o hissizlik değil midir ki cennete çevireceğimiz dünyada insanlığa zulüm üstüne zulüm gösteriyor. Rindin ölümü; bülbülün ağıtını, gülün kanlı gözyaşlarını beraberinde getirecektir elbet. 

    İkinci kıtada şâir, ölüme rindin açısından bakar. Ölüm, rind için kaçılacak, her dem korkusuyla yaşanacak bir şey değildir. Zaten rind kendisini mukadder olan bir âkıbetin korkusuyla yıpratarak hayatını zehredecek biri değildir. Aksine o, yaşadığı her ânı en güzel şekilde geçirir. Ve ölüm onun için bir son değil, âsûde bahar ülkesine açılan bir kapıdır. Şairin bu mısraı ölümü öyle güzelleştirir ki!… Şüphesiz edebiyatımızın en müstesna mısralarından biridir bu. Şu ifadeki tatlılığa ve onun insana telkin ettiği ebedî mutluluk hissine bakar mısınız: 

    “Ölüm âsûde bahâr ülkesidir bir rinde”

    Şair ölümün rindin yolunu gözlediği, gönlünün her yerde bir tütsüdeki duman gibi o ânın hasretiyle tüttüğünü söylerken, ölümü ne kadar da güzelleştirir. Ölümle ilgili çok sayıda şiir vardır. Ölümü yazmak kolaydır, ama güzelleştirmek?.. İnsan hayatının kaçınılmaz gerçeğini korkarak değil de aşk ve iştiyakla karşılamak? İşte bu rindâne duyuşun zirvesidir. Rind, hayatın her meselesini olduğu gibi ölümü de en dolu hislerle karşılar. Hatta şiirin ikinci kıtasından da cesaret alarak diyebiliriz ki o, ölmek için yaşar. Aslında hepimiz ölmek için yaşamıyor muyuz?Yaşamak için ölür rind ve ölmek için yaşar.

    Son iki mısra rindin ebedî istirahatgâhının tatlı iklimine götürür bizi:

    “Ve serin serviler altında kalan kabrinde
Her seher bir gül açar;her gece bir bülbül öter.”

    Az çaba harcamamıştır Yahya Kemal, bu enfes nağmelerinde bize rindin kabrindeki bu eşsiz tabloyu sunmak için. Önce “uzun serviler” demiştir. Demiştir ama içine sinmemiştir bu tarif. Bir şeyler eksiktir sanki, o tatlı iklimi tam veremediğini hisseder bu ifadenin. Daha sonra siyah serviler demiştir. Ama siyahın karanlığının ölüme kasvet katmakta oluşundan mıdır nedir bu ifade de yıllarca sinmemiştir içine Yahya Kemal’in. Ve her mısrayı binbir titizlikle kaleme alan bu dev şair, 8 yıl geçtikten sonra “serin serviler” ifadesinin bu şiiri lâyıkıyla taşıyacak ifade olduğunu bulmuştur. “Serin” sıfatı, âsude bahar ülkesindeki tatlı iklimi en güzel şekilde ifade etmektedir.

    Bugün, Yahya Kemal’in çok sevdiği İstanbul’u seyrettiği Rumeli Hisarı’ndaki kabrinde, bir rinde yaraşır şekilde -ve de kendi vasiyeti üzerine- “Rindlerin Ölümü” şiirinin ikinci kıtası yazılıdır. (Allah rahmet eylesin.)

                             (Yahya Kemal’in kabri)

                                                                                                 Fahri Kaplan

***

EK YAZI:   ÖYLE BİR MÛSIKÎYİ ÖRTEN ÖLÜM

   Ey, benimle bu satırları okuyan arkadaşım. Bilmem ki bu millet bir Yahya Kemal daha görür mü? Böyle büyük idrakler, böyle büyük ruhlar bizi bize anlatmazsa kaybolmuş kimliklerimize hangi sûretleri oturtacağız. İçimizdeki en hassas yere vurmuyorsa mızrap, bamteli senelerdir o mızrabın darbesine hasretse… Kim çalacak ruhlarımızın muhtaç olduğu o mûsıkîyi söyler misin?

   Şimdi bakıyorum da Yahya Kemal gideli ve onun yerine kelimeleriyle mızraba böyle bir ses verebilen bir şair gelmeyeli tam 51 sene olmuş. Rindliğin en zirve duyuşlarını yaşayan, asırlar boyunca yoğrula yoğrula kazandığımız medeniyetimizi oluşturan ruhu derinden kavrayan  ve bize bütün bunları eşsiz ifadelerle anlatan böyle bir sanatkârın ölümü insanda bir teselli bırakır mı? Şimdi ben Hâfız’ın bahçesindeki bülbül gibi her gece günün ağırdığı vakte kadar ağlasam yine de kâfî midir? Aziz Yahya Kemal, senin ve bütün rindlerin ruhu şâd olsun. Sana karşı olan hislerimin ifadesini yine ancak senin mısralarında buluyorum. Sen bu sözleri milletimizin iftihar vesilesi iki büyük bestekârın (Itrî ve İsmail Dede Efendi) ölümü karşısında söyledin, ben de senin ölümün karşısında yine bu sözleri söylüyorum:

  

“Öyle bir mûsikiyi örten ölüm,
Bir teselli bırakmaz insanda.
Muhtemel görmüyor henüz gönlüm.
Çok saatler geçince hicranda,
Düşülür bir hayâle zevk alınır.
Belki hâlâ o besteler çalınır,
Gemiler geçmiyen bir ummanda.” (“Itrî”, Kendi Gök Kubbemiz)

***

“Fânî ise öz bestelerin hallâkı/ Doğmak yaşamak nafiledir dünyâda”(“İsmail Dede”, Rubâîler)  

Tags: , , , , , , , ,

16
Eyl

Rindlerin Akşamı

   Yazar: Fahri Kaplan    Kategori Edebiyat

 

   Rindlerin Akşamı, hemen hepimizin az çok bildiği bir şiir. Bu muhteşem şiire Münir Nureddin Selçuk’un yaptığı nefis beste şiirle mûsıkînin enfes birleşmesinin bir örneği olduğu gibi, Rindlerin Akşamı’nın geniş kitlelerce daha da sevilmesini sağladı. Ancak şu da bir gerçek ki Yahya Kemal’in bu şiiri, kendisini destekleyen bir müziğe ihtiyaç bırakmayacak kadar muhteşem, Türk edebiyatının baş âbidelerinden biri! Şiire rindâne bir perspektifle yaklaşmadan önce, tek başına bir rindlik manifestosu olan bu şiiri okuyalım:

   RİNDLERİN AKŞAMI

Dönülmez akşamın ufkundayız.Vakit çok geç;
Bu son fasıldır ey ömrüm nasıl geçersen geç!
Cihana bir daha gelmek hayal edilse bile,
Avunmak istemeyiz öyle bir teselliyle.
Geniş kanatları boşlukta simsiyah açılan
Ve arkasında güneş doğmayan büyük kapıdan
Geçince başlayacak bitmeyen sükunlu gece.
Guruba karşı bu son bahçelerde, keyfince,
Ya şevk içinde harab ol, ya aşk içinde gönül!
Ya lale açmalıdır göğsümüzde yahud gül.

                     Yahya Kemal Beyatlı

   ***

   Başlıktaki akşam ifadesi dikkatinizi çekmiştir. Şiirde akşam ifadesi ömrün son demlerine işaret etmektedir. Zira akşam vakti güneşin battığı, yani günün bittiği demdir. “Rindlerin Akşamı” da rindin ömrünün son demidir. Zaten ilk iki mısra akşam ifadesinin şiirdeki anlamını bize veriyor. Dönülmez akşamın ufku, ömrün sonunu işaret etmektedir. İnsanoğlu dünyadan gidecek ve bir daha geri dönmeyecektir. işte o dönülmez ufka yaklaşmış bir rindin hayata bakışını ele alır bu şiir. Ve bir rindin, ömrün son faslını nasıl da kendine has bir duyuşla karşıladığını gösterirken bir manifesto niteliğine bürünür: Rindin manifestosu… Ölüme yaklaşırken de edâsını hiç bozmayan rind, bildiğince yaşamaya devam etmektedir. İsterseniz bu rindâne duruşu yorumlamaya şiir üzerinden devam edelim.

Dönülmez akşamın ufkundayız.Vakit çok geç;
Bu son fasıldır ey ömrüm nasıl geçersen geç!”

   Şair, hayat yolunun sonuna geldiğinin farkında. Vakit hayli geç ve zamanı geri getirmek mümkün değil. Artık dünyada son demlerini yaşayan rind, bu son anlara “nasıl geçersen geç” derken aslında kendi tabii ve keyfince yaşama tavrını ortaya koyuyor. Rind hayatının hiçbir dönemi için aman şunu şöyle yapayım, şöyle bir yol çizeyim kendime vs. gibi planlar çizmez. Bildiğince yaşar, yaşadığı ânı en iyi şekilde değerlendirir. Zaten yaşadığı ânı doldurandır rind. Onun lûgatinde keşkeler, yapsamlar etsemler yoktur. Ömrünü yaşamaya bakar, hayatın nasıl geleceği, neler göstereceği onun işi değildir. Sezen Aksu’nun şu sözlerindeki gibi yaklaşır hayata: “Gelsin hayat bildiği gibi, gelsin / işimiz bu yaşamak!” Değil mi ki rind ne dünün kaygısında ne de yarın gelecek günün telâşındadır, öyleyse ömrünü yaşadığı ân nasıl olursa onu yaşamaya bakar. Nasıl geçeceğinin tasasını çekmez.

“Cihana bir daha gelmek hayal edilse bile,
Avunmak istemeyiz öyle bir teselliyle.”

    İnsanoğlunun sınır bilmeyen hayâl gücü, o “dönülmez ufka” yaklaştığında bir gün geri dönülebileceği hayâlini kurabilse de şair, bir rindin böyle bir teselliyle avunmayacağını söylüyor. Böyle bir tesellinin bir fayda vermeyeceğini bilen rind, dünyadan gidecek olma karşısında da istifini bozup burada kalmak için can atacak değildir. Yine o tavizsiz ve kendince tavrını sürdürecektir. Bu mısralarda rindin: “Ölüm gelecekse gelir, eğer bu yoldan dönülmeyecekse biz de dönmeyiz, içi boş tesellilerle kendimizi avutmayız.” şeklindeki haykırışı yankılanmış adeta.

“Geniş kanatları boşlukta simsiyah açılan
Ve arkasında güneş doğmayan büyük kapıdan
Geçince başlayacak bitmeyen sükunlu gece.”

 Bu mısralar yaklaşan ölüme yapılan vurgudur. Ve şair sanki bu mısraları  rindin felsefesini hülâsa edeceği son üç mısraya etkili bir geçiş yapmak için yazmış gibidir. Bilindiği gibi Yahya Kemal, gerektiğinde bir kelime için 8 sene bekleyecek kadar şiirini mükemmele erdirme uğraşı veren titiz bir sanatkârdır. Bu mısralar da ölümün heybetini ve kaçınılmazlığını bize duyurduğu gibi son üç mısraya geçmeden önce okuyucuyu ölüm duygusuyla sarsan, silkeleyen mısralardır. Bu sarsılmadan sonra sözü son üç mısraya getirmek doğru olacaktır.

“Guruba karşı bu son bahçelerde, keyfince,
Ya şevk içinde harab ol, ya aşk içinde gönül!
Ya lale açmalıdır göğsümüzde yahud gül.”

    Bu üç mısra, tek başına bir rindlik manifestosudur. Yukarıda da değindimiz gibi şair sanki bundan önceki üç mısrayı bu mısralara kapı aralamak için söylemiş gibidir. Şair sözü getirmiş getirmiş, bu mısralarda okuyucuyu vurmuştur. Şiiri muhteşem bir sonla bitirmiş, perdeyi açarken yaptığı gibi kapatırken de okuyanı mest etmiştir. Sadece mest etmekle kalmamış, izahı ciltler sürecek rindâne hayat tarzını üç mısrada en güzel şekilde ifade etmiştir.

    Gurûb vakti güneşin battığı vakittir. Şair, burada “Gurûba karşı” ifadesiyle ömrün bitmesine yaklaşan vakti, yani şiirin başından beri vurguladığı vakti işaret etmektedir. Rind, ömrün bitişine doğru son kez yaşayacağı bu dünyada keyfince, bildiği gibi yaşamalıdır. Rind aşk adamıdır, şevk adamıdır. Yaşadığı her ânı ruhunda dolu dolu geçirir, kendi dünyasında mesttir. O yüzden şair gönlüne bu son anları keyfince; aşk içinde, şevk içinde geçirmesini söylüyor. Mâdem ki ölüm yakın, mâdem ki harâb olacak, öyleyse bu harâb oluş öyle sıradan olmasın. Harâb olacaksa aşk içinde harâb olmak istiyor rind, şevk içinde harâb olmak istiyor. Ruhundaki tutkusuyla, coşkusuyla harâb olmak istiyor. Bedeni yaşlansa bile her zaman taptaze olan ruhu, edâsı, tavrı içinde noktalamak istiyor hayatını. Böyle bir hayat algısı da insanın içinde ne lâleler, ne güller açtıracaktır.

… 

    Rind hayatı gönlünce yaşadı. Ölümü karşılarken de eğilip bükülmedi, gönlünce bir tavır koydu. “Öleceksem de göğsümde açacak lâleler, güllerle ölürüm, yaşadığım ânı doldururum. Günü gelince de çeker giderim. Harâb olan tenim varsın bu yolda harâb olsun.” tavrıyla karşıladı ölümü. Rindin hayatı ve akşamı böyleyse ölümü bundan farklı olabilir mi? “Rindlerin Ölümü”ne de haftaya bakalım isterseniz. 

                                           Fahri Kaplan

Tags: , , ,

9
Eyl

Rindlerin Hayatı

   Yazar: Fahri Kaplan    Kategori Edebiyat

 

    Geçen haftaki yazımda “Rindlik” mefhumuna değinmiş ve üç hafta boyunca Yahya Kemal’in rindlik konulu şiirlerinden yola çıkarak bu kavramı yeniden ele alacağımı söylemiştim. Bugün o şiirlerden ilki olan “Rindlerin Hayatı” şiiri ile rindâne bir edânın kapılarını aralayacağız. İsterseniz önce şiiri okuyalım:

 RİNDLERİN HAYATI

                 -Hâlide Edib’e , sanatta ve fikirde ulvî varlığına derin hürmetle-

Ba’zan kader, gelen bora hâlinde zorludur.

Dağlar nasıl bakarsa siyâh ufka öyle bak.

Ba’zan da cevreden nice bir âdemoğludur,

Görmek değil düşünmeğe bigâne kal! Bırak!

 .

Dindâr adam tevekkülü, rikkatle, herkese

İsâ’yı çarmıhında, uzaktan, hatırlatır.

Bir arslan esniyor gibi engin vakar ise

Rindin belâya karşı kayıdsızlığındandır.

                   Yahya Kemal Beyatlı

***

    Dünya hayatı insana zaman zaman pek çok sıkıntı verir. Karşılaştığımız belâlar çeşit çeşittir. Şair, bir rindin hayatın sıkıntıları ile karşılaştığında dik duruşunu bozmaması gerektiğini söylüyor. Ufku siyah bulutların kapladığı bir günde dağlar, kara bulutlara aldırmadan nasıl dimdik duruyor, baş eğmiyorsa rindâne tavrın da böyle dik ve umursamaz bir duruşu gerektirdiği, ilk iki mısrada vurgulanıyor.

   İlk kıtanın son iki mısraında mesele, ilk mısralara benzer bir şekilde ama bu kez farklı bir açıdan ele alınıyor. İlk iki mısrada kaderin -yahud şiirdeki anlamını daha iyi ifade etmek için hayat şartlarının diyelim- bize getirdiği sıkıntılardan bahsediliyordu. Devamındaki iki mısrada ise insanoğlundan gelen sıkıntıları ele alıyor şair. Cevr sıkıntı, eziyet demektir. İnsan bazan başka bir şahsın verdiği sıkıntıya muhatap olur. Böyle durumlarda şair, karşındakinin sıkıntı verici tavrını görmezden gelmenin de ötesinde düşünmeye bile kayıtsız kalınmasının en doğru yol, en rindce tavır olduğunu söylüyor. Öyle ya, seni üzmek için türlü yöntemlere başvuran  zavalllıları en rahatsız edecek tavır, onu muhatap almamaktır.

    İkinci kıtada dindar adam ile rindin karşılaştırılmasına şâhid oluyoruz. Dindar adam, gelen musibeti tevekkülle karşılar. Allah’tan geldiğini bilir, musibete rıza gösterir. Aslında rind de musibet karşısında isyân etmez. Ama dindar adam musibeti kabullenmişlik içinde bir duruş sergilerken, rind musibetin varlığını veya yokluğunu hiç umursamaz. Onun için olsa da birdir olmasa da. Hatta “Hangi musibet?” der gibi bir tavır içindedir. Belâ karşısındaki tavrı bir arslanın esnemesine benzer. O kadar kayıtsızdır.

    Neticede rind kendi yolunda gidendir. Hayatını kendi anlamlandırdığı yolda sürdürendir. Başkalarının bakışı, dünyanın sıkıntıları, günlük hayatın basit kaygıları onun semtine uğramaz. 

    “Rindlerin Hayatı” böyledir işte. Akşamı ise dönülmez ufuklara gönderilen bir selâmdır. O “dönülmez akşamın ufkundaki” seyahati de haftaya bırakalım.

Tags: , , , , ,

2
Eyl

Rind, Rindlik ve Yahya Kemal

   Yazar: Fahri Kaplan    Kategori Edebiyat

İşrette keder bahsini açmaz bir rind

İçmez beşerin zehri katılmış bâde

                 Yahyâ Kemal

   Modern hayatın sunduğu ihtiras düzeni bize “rind” kavramını unutturmuş görünse de her devirde rindler yaşamıştır, yaşamaya da devam edecektir. Peki “rind” nedir, kimdir, kime denir?

     Rind, kısaca ifade etmek gerekirse dünya umurunda olmayan, gönlünce yaşayan kişinin sıfatıdır. Dünyanın getirdiği sıkıntılar, günlük hayatın içindeki koşuşturmaca rindin hayat tarzını bozamaz. O kendi gönlünde kurduğu dünyada mesuddur. Pervası yoktur. Başkalarının düzenine göre değil, keyfince yaşar. Onun için günlük hayatın karmaşasında boğulmak yoktur. Bildiğince, dilediğince yaşar. Rind, plan adamı değil; aşk adamıdır. Benzetmek gerekirse rind âlim değil, şairdir. Eğitimci değil, sanatkârdır. Günlük düzenin gerektirdiği dar ve yapmacık dünyaya hapsolan değil, kendine has bir hayat biçimi oluşturan, bununla ânını ân, gününü gün edendir.

    Rindin şâir, şâir olmasa bile şâir ruhlu, sanatkâr ruhlu olduğunu söylemiştik. Şairlerin büyük bölümü kendini rind olarak görmüşler, bununla iftihar etmişlerdir. Türk şiirinde de rindlik üzerine pek çok beyit ve ifade vardır.

   Rindlik ve rindlerden bahsedince Yahya Kemal’e ayrı bir yer açmak gerekir. Yahya Kemal, doğu edebiyatlarında asırlarca işlenen rindlik kavramına modern bir bakış getirerek, şiirimizde gerçekleştirdiği eski-yeni sentezi veya neoklâsik tarzın bir örneğini daha sunmuştur. Şairimiz, rindlere dair yazdığı üç şiirle rindâne hayat felsefesinin portresini çizmiştir adeta. Bu şiirler Rindlerin Hayatı, Rindlerin Akşamı, Rindlerin Ölümü adlarını taşımaktadır. Önümüzdeki üç yazıda bu şiirleri birer birer değerlendirerek rindlik kavramına ve rindâne hayata yeniden bakmayı düşünüyorum. Haftaya “Rindlerin Hayatı” yazısıyla rindâne duyuşlarda buluşmak ümidiyle…

Tags: , , , , , , , ,

29
May

Kendi Gök Kubbemiz ve (K)öksüzlük

   Yazar: Fahri Kaplan    Kategori Edebiyat

 

     Bizi biz yapan pek çok şeyden yüz çevrildiği bir devirde bir şair “Kendi Gök Kubbemiz” altında yaşadığımız en mesut demleri yâd ediyor, geleceğe yön vermek için ruhlarımızın muhtaç olduğu mâzîden alınacak ilhâmları bize sunuyordu. Mâzîye saplanıp kalmış bir adam değildi. Ama kendi kültür ve medeniyetine sırt çevirerek hiçbir atılımın yapılamayacağının da farkındaydı. Kendisini harâbîlik (harâb olmuş şeylerle uğraşma) ile suçlayan Ziya Gökalp’e verdiği şu cevap onun maziye dönüşünün istikbâle açılan bir kapı olduğunu bize gösteriyor:

         Ne harâbîyim ne harâbâtîyim  /                    Kökü mâzîde olan âtîyim.  

         Ya şimdi bu köksüzlük nedir cancağızım! Ya bu şuur ve idrâk kaybı nedir? Niye bu gençliğe sahip çıkılmaz? Niye nesiller “Kendi Gök Kubbemiz”in atmosferinden habersizdir?       TRT 2’de her pazar akşamı yayınlanan, bir çok akademisyenin Yahya Kemal’i anlattığı programda akademisyen bir milletvekilimiz –ismini hatırlayamadığım için özür dilerim- özetle şunları söylüyordu:   .

    “Almanya’da Goethe bir dönem ders olarak okutulmakta, bir genç Goethe’yi bilmeden üniversiteyi bitirememektedir. Çünkü  Goethe’yi anlamak Alman medeniyetini, Hıristiyan Batı medeniyetini anlamak demektir. Bizim üniversitelerimizde çoğunlukla önceki öğretilenlerin tekrarı olarak okutulan Türk Dili dersi yerine bir dönem Yahya Kemal anlatılsa, gençlerin onu okuması sağlansa  gençliğin ufkunun gelişmesi, kendi iklimini  idrak etmesi  yolunda önemli bir adım atılmış olacaktır. Çünkü Almanya için Goethe neyse bizim için Yahya Kemal odur. O, bizim medeniyetimizin şairidir.       .

       Biz edebiyatımızda aşk deyince Faruk Nafiz’i, din deyince Mehmet Âkif’i, derinlik deyince Necip Fazıl’ı, milliyetçilik deyince Ziya Gökalp’i hatırlarız. Yahya Kemal’in şiirinde ise bunların hepsi en güzel hâliyle mevcuttur.”

.

            Kültür hazinemiz olan eserleri kütüphanelerin tozlu raflarına terk ettikçe gelişmemiz, dünya devlet ve medeniyetleri arasında geçmişte ulaştığımız yerlere ulaşmamız ve yeni ufuklara yelken açmamız mümkün değildir. Hiçbir bina temelsiz kurulmaz, hiçbir meyve tohumsuz yetişmez.           Ey okuyucu! Üç kıtaya ikliminin anber kokusunu götürmüş bir milleti böyle sıradan hâle düşüren sanma ki dünyanın parasıdır. Bil ki bağrımızda kanayan şey, köksüzlüğün yarasıdır. Kökünden kesilmiş ağaca benzediğimizden olsa gerek bazı saatler içimizi dayanılmaz bir acı sızlatıyor. Böyle demlerde hâlimize yine “Kendi Gök Kubbemiz”den mısralar tercüman oluyor:  
  .
          Kopmuşuz bizler o öz varlık olan manzaradan.
        Bahseder gerçi duyanlar bir onulmaz yaradan;
        Derler: İnsanda derin bir yaradır köksüzlük;
        Budur âlemde hudutsuz ve hazîn öksüzlük.
        Sızlatır bâzı saatler dayanılmaz bir acı,
        Kökü toprakta kalıp kendi kesilmiş ağacı.
  
 
       Rûh arar başka tesellî her esen rüzgârda.

        Ne yazık! Doğmuyoruz şimdi o topraklarda!

Tags: , ,

18
Kas

Yahya Kemâl’e Hürmetle (şiir)

   Yazar: Fahri Kaplan    Kategori Edebiyat

YAHYA KEMÂL’E HÜRMETLE

Târîhi dirilttin Kemâl sâhir misin
Yoksa söz sultânı büyük şâir misin

Ecdâdın rûhunu yansıttın bizlere
Sen belâgatte bu kadar mâhir misin

Uçup gittin -eski şi’rin rüzgârıyle-
Üstâdım sen bülbül müsün tâir misin?

Üslûbundaki mükemmellik de ne böyle;
Sözle mest eden üstâd-ı tâbir misin?

Mübtelâ ettin Fahri’yi hâlis şi’re,
Merâk ederim Bâkî-i âhir misin?.

Fahri Kaplan

.

(Şiirin her türlü te’lif hakkı saklıdır.)

Tags: ,

4
Kas

“Anne Millet”e Dönüş

   Yazar: Fahri Kaplan    Kategori Edebiyat

Tam boyutlu görseli göster

Ramazan aylarında bazı iftar vakitleri aklıma Yahya Kemal’in bu güzel vakitteki bekleyişi anlattığı “Atik Valde’den İnen Sokakta” başlıklı şiiri gelir. Şiirin ilk kısmını hatırlayacak olursak:

.

 İftardan önce gittim Atik-Valde semtine,
Kaç def’a geçtiğim bu sokaklar, bugün yine,,
Sessizdiler. Fakat Ramazan mâneviyyeti
Bir tatlı intizâra çevirmiş sükûneti;
Semtin oruçlu halkı, süzülmüş benizliler,
Sessizce çarşıdan dönüyorlar birer birer;
Bakkalda bekleşen fıkarâ kızcağızları
Az çok yakından sezdiriyor top ve iftarı.
Meydanda kimse kalmadı artık bütün bütün;
Bir top gürültüsüyle bu sâhilde bitti gün.
Top gürleyip oruç bozulan lâhzadan beri,
Bir nurlu neş’e kapladı kerpiçten evleri.
Yârab nasıl ferahlı bu âlem, nasıl temiz!
***

Büyük şâirimiz etraftaki bu maneviyatlı manzarayı anlattıktan sonra kendine bakar. Yıllarca Avrupa’da kültürümüzden uzak yaşamıştır. Bu onu âşinâsı olduğu kültürün güzelliklerinden de uzaklaştırmıştır. Yahyâ Kemal o gün oruçsuz olmanın hicrânını derinlemesine duyar ve şiiri bir tevbe ve iç muhasebe mahiyeti taşıyan şu harika mısralarla tamamlar:

Tenhâ sokakta kaldım oruçsuz ve neş’esiz.,
Yurdun bu iftarından uzak kalmanın gamı
Hadsiz yaşattı rûhuma bir gurbet akşamı.
Bir tek düşünce oldu tesellî bu derdime; ,
Az çok ferahladım ve dedim kendi kendime:
‘Onlardan ayrılış bana her an üzüntüdür;
Madem ki böyle duygularım kaldı, çok şükür.’
***

Büyük şairimizin Frenk hayatından ‘anne millete’ dönüşünü anlattığı en güzel yazısı “Ezansız Semtler”, Aziz İstanbul isimli eserinde yer almaktadır. Bu enfes yazıyı herkese tavsiye ediyorum.

Tags: , ,

1
Kas

Yahyâ Kemal 50 Senedir “Âsûde Bahar Ülkesi”nde

   Yazar: Fahri Kaplan    Kategori Edebiyat

 

     Bugün 1 Kasım 2008. Türkçe’nin en büyük şâirlerinden Yahya Kemal Beyatlı aramızdan ayrılıp bezm-i ezelde ahbâb ile mülâkî olalı tam 50 sene olmuş. Türkçe’yi aruza en iyi uygulayan şâir olan Yahya Kemal, şiirlerinde hassas bir ruhun derin duyuş ve zevkini yansıtmanın yanında mısralarında bembeyaz, tertemiz bir Türkçe’yi terennüm etmiştir. Zaten kendisi de: “Türkçe ağzımda annemin sütüdür.” der.Yahya Kemal, ölümden korkmasa da çok sevdiği vatanından ve İstanbul’dan ayrılmak ona zor gelir. Bunu ‘Eylül Sonu’ şiirinde ne güzel anlatır:

 

“Ölmek kaderde var, bize ürküntü vermiyor,
Lâkin vatandan ayrılışın ızdırâbı zor.

 

Hiç dönmemek ölüm gecesinden bu sâhile,
Bitmez bir özleyiştir, ölümden beter bile.”

 

   Lâkin şairimiz ölümün bu âlemden daha güzel bir âleme açılan bir kapı olduğunun da bilincindedir. İkinci kıt’ası bugün Rumeli Hisarı’ndaki kabrinde yazılı olan ‘Rindlerin Ölümü’ şiiri edebiyatımızdaki en güzel ölüm şiirlerinden biridir (evet, bu şiirde ölüm bile güzelleşir). Ben de ölüm yıldönümünde Yahyâ Kemâl’i bu güzel şiiriyle anmak istiyorum:

RİNDLERİN ÖLÜMÜ

Hafız’ın kabri olan bahçede bir gül varmış;
Yeniden her gün açarmış kanayan rengiyle.
Gece; bülbül ağaran vakte kadar ağlarmış
Eski Şîrâz’ı hayâl ettiren âhengiyle.

.
Ölüm âsûde bahâr ülkesidir bir rinde;
Gönlü her yerde buhurdan gibi yıllarca tüter.
Ve serin serviler altında kalan kabrinde
Her seher bir gül açar; her gece bir bülbül öter.

***

   Her seher bir gülün açtığı her gece bir bülbülün öttüğü serin serviler altındaki kabrine bir Fatiha da biz göndererek büyük şâirimize asûde bahar ülkesinde bir hediye vermiş olalım. Aziz Yahya Kemal! Vücudun fenâ bulsa da ismin dillerden düşmeyecektir. Çünkü sen bu kubbeye hoş sadâ bıraktın, çünkü:


” Bâkî kalan bu kubbede bir hoş sadâ imiş. ”  (Bâkî)
                                                              (Yahyâ Kemal’in Kabri)

Tags: , ,

6
Ağu

Hani 2008 Yahyâ Kemal Yılıydı?

   Yazar: Fahri Kaplan    Kategori Edebiyat, Genel Güncel

 

Kültür Bakanlığı tarafından 2008 yılının büyük şairimizin ölümünün 50.yılı dolayısıyla “Yahya Kemal Yılı” ilân edilmesi edebiyat dünyasında büyük sevinçle karşılanmıştı . Büyük şâirin şahsında devletin edebiyata hakettiği değeri vereceği konusunda ümitlenmiştik. Haksızlık etmeyelim, 2008’in ilk aylarında Yahya Kemal’i tanıtıcı çalışmalar oldu. Yani her işimiz gibi buna da ilk günlerin gazıyla hızlı girdik. Ya sonrası? 2008’in ilk aylarında o kadar gündemde olan Yahya Kemal Yılı ne çabuk bitti? Yoksa “Yahya Kemal yılı” yerine “Yahya Kemal ayı” ilân edilmişti de biz mi yanlış hatırladık?

   Herşeye rağmen geç kalınmış değildir. Şâirimizin ölüm tarihi olan 1 Kasım’a kadar etkinliklere hız verilmeli ve 1 Kasım 2008’de şairimizin ölümünün 50. yıldönümü adına yakışır şekilde yâd edilmelidir. Buna Yahya Kemal’den ve edebiyat dünyasından çok Türkiye’nin ihtiyacı var. Kültürsüz, edebiyatsız, hafızasız bir millet, millet olma özelliğini kaybetmeye mahkumdur. Milletini sevmek arasıra verilen gazla ortaya çıkan hamasî damarla değil, milleti millet yapan unsurları kalıcı bir şekilde sahiplenmekle olur. Bu yıl Yahya Kemal’in şahsında kültürümüze, edebiyatımıza, dilimize ne kadar sahip çıkacağımızın sınavını veriyoruz.

    Az önce de ifade ettiğimiz gibi Yahyâ Kemal’in anılmasına Yahya Kemal’den çok bizim ihtiyacımız var. Eğer kültür mirasımızı değerlendirmek istiyorsak…  Yahya Kemal milletvekili seçilince Orhan Veli’nin söylediği şu söz kulaklara küpe olacak cinsten: “Yahya Kemal’in milletvekili seçilmesine Yahya Kemal adına değil, milletvekilliği adına seviniyorum.”

   Sayın Kültür Bakanım! Lütfen, “dönülmez akşamın ufku”na girmeden bu işe daha fazla sahip çıkalım. Vakit çok geç olmasın. 

                                          Fahri Kaplan

Tags: , , ,

22
Şub

Yahya Kemal ve İstanbul

   Yazar: Fahri Kaplan    Kategori Edebiyat

  

    Türk edebiyatının en büyük şâirlerinden Yahya Kemal, Üsküdar’dan bahsederken:

Üsküdar, bir ulu rü’yayı görenler şehri!

Seni gıpta ile hatırlar vatanın her şehri.

Hepsi der: “Hangi şehir görmüş onun gördüğünü?

Bizim İstanbul’u fethettiğimiz mutlu günü!”

  der. Üsküdar Sahili’ni ne zaman hatırlasam bu mısralar ruhumda canlanır da hem büyük fethi hem de bu güzel şiiri yeniden yaşarım.

Fatih, İstanbul’u akan suları tersine çevirerek fethetti. O’nun yaptığı bu fetih sayesinde İstanbul, altı asırdır Müslüman Türk’ün zevkiyle yoğrulmuş durumda. Ancak bir de İstanbul’un ruhunu ve zevkini fethedip bunu şiirleriyle gönüllere duyurmuş “İstanbul’un güzelliklerinin fâtihi” şâirimiz var ki sadece Üsküdar’a bakışı bile onun İstanbul’u ne kadar kavradığını bize anlatır.

Yahya Kemal’e gelene kadar birçok şâir İstanbul’a şiirler yazmıştır. Ancak hiçbiri İstanbul’un güzelliğini, mânâsını, onun fetihten bu yana gelen tarihî misyonunu ruhlarımıza Yahya Kemal’in duyurduğu keyfiyette duyuramamıştır. Hatta Lâle Devri’nin büyük şâiri Nedim’in İstanbul için yazdığı o şahâne beyitler bile Lâle Devri’nin zevk dünyasıyla sınırlı kalmış, -birkaçı müstesnâ- dönemini aşamamıştır.

Tevfik Fikret’in kaleminde ise İstanbul, “sis”in üzerine çökmesi gereken bir şehir hâlini almıştır. Fikret’e göre sis, İstanbul’u örtmeliydi ki onun kötülükleri görünmesin.  Tabii ki bu “sis”in uzun sürmesi düşünülemezdi. Yahya Kemal sisi şu mısralarla dağıtacaktı:

“Hayır bu hal uzun süremez, sen yakındasın;
Hala dağılmayan bu sisin arkasındasın.

Sıyrıl, beyaz karanlık içinden, parıl parıl
Berraklığında bilme nedir hafta, ay ve yıl.

Hüznün, ferahlığın bizim olsun kışın, yazın,
Hiç bir zaman kader bizi senden ayırmasın.”

( İnsan bu mısraları okuyunca İstanbul’u örten Sis’in dağılmasıyla coşsun mu, yoksa Türkçe’nin böyle bembeyaz sözlerinin büyük şâir tarafından aruza nasıl ustalıkla döküldüğünü görmekle hayrete mi düşsün doğrusu karar veremiyor. )

Artık İstanbul’da sisler dağılmıştı. Binbir tepeyle yükselen boğazdan baktıkça engin vatan görünür olmuştu. İstanbul’a bir tepeden bakmanın hazzı, Süleymâniye’de bir bayram sabahında vecdle alınan tekbirlerin verdiği mânevî coşku, beş asırlık tarihin sindiği bu azîz şehirde kendini ecdâdla beraber yaşıyor hissetmenin sarhoşluğu İstanbul’u hiç görmeyenleri bile bu şehre hayran bırakıyordu.

Yahyâ Kemal, bize öyle bir İstanbul aşkını miras bıraktı ki, bu güzel şehirde yapılan onca tahribat bile o aşkı kalbimizden söküp atamıyor.

Fahri Kaplan

Tags: ,