Posts Tagged ‘divan şiiri’

23
Ara

Fuzûlî’den Dört Hayâl-Engîz Beyit

   Yazar: Fahri Kaplan    Kategori Edebiyat

Bu aralar, zaman zaman Fuzûlî Dîvânı’nı okumaya çalışıyorum. Yok öyle değil; aşkın ve ızdırâbın  tatlı bir alevle hissedildiği mısralarda bir yandan da hayâl inceliklerinin hayret ve haz verici ufkunda seyahat ediyorum. Az evvel okuduğum bir gazelinde Fuzûlî’nin arka arkaya gelen şu beyitlerinden her birini okuduktan sonra adeta “hayret ilen parmağım dişledim” ve bir daha: “Şiir bu, üstâd bu!” dedim. Bu dört beyit ve günümüz Türkçesi’yle ilk anlamları şöyle (köşeli parantezde “[]” verdiklerim, beyitteki mânânın daha rahat görülebilmesi açısından eklediğim îzâhâttır):

Dut gözün ey dûd-ı dil çarhun ki devrin terk idüp

Kalmasun hayretde çeşm-i gevher-efşânum görüb

(Ey gönlümün dumanı! Dönen feleğin [gökyüzünün] gözünü tut ki [yani onu sisle, gri bulutla öyle kapla ki], inciler [inci gibi gözyaşları] saçan gözümü görüp hayrette kalmasın da dönüşünü terk etmesin!)

Suda aks-i serv sanman kim koparup bâğ-bân

Suya salmış servini serv-i hırâmânum görüb

(Suda görüneni servinin yansıması sanmayın. Bahçıvan salınan servimi [servi gibi sevgilimi] görünce kendi servisini suya salmış [işte suda görünen odur!])

Pertev-i hurşîd sanman yirde kim devr-i felek

Yire urmuş âfitâbın mâh-ı tâbânum görüb

Yerde görüneni güneş ışığı sanmayın ki parlak ayımı [ay gibi parlayan sevgilimi] görünce feleğin devri güneşini yere vurmuş [yeryüzündeki ışık, işte o feleğin yere vurduğu güneştir.])

Ey Fuzûlî bil ki o gül-ârızı görmüş değül

Kim ki ayb eyler benüm çâk-i girîbânum görüp

(Ey Fuzûlî! Benim yakamı yırttığımı gördüklerinde beni ayıplayanlar bil ki o gül yanaklıyı görmüş değillerdir [görseler bana hak verirler ve ayıplamazlardı, belki onlar da yakasını yırtarlardı.].)
***
Böyle dört hayâl-engîz beytin bir şiirde arka arkaya gelmesi ender görülür şeydir. Nâ’ilî’nin şu mısraını yâd etmemek elde değil: “Eş’ârı böyle söyler üstâd söyleyince”.

Fahri Kaplan

Tags: , ,

7
Şub

Zâtî ve Latîf Bir Beyti

   Yazar: Fahri Kaplan    Kategori Edebiyat

Zâtî, klâsik Osmanlı şiirinin üstâdlarından… Nice şâire de üstâdlık etmiş bu pîr şâir, aynı zamanda en çok şiir yazan Osmanlı şâirlerinden biri, belki de en çok yazanıdır. Elbette maharet nicelikte değil niteliktedir. Bu hususta Zâtî’nin güzel beyitlerini okumuş bir okur, elbette onun nitelikli şiirleri olduğunu bilir. Zâten öyle olmasa kendi yaşlılık döneminde, Bâkî’nin de içinde bulunduğu genç şâirlere nasıl üstâdlık edebilirdi ki! Bu üstâd şâir, Balıkesirli Zâtî, insanı okuyunca hem hayrete düşüren hem tebessüm ettiren, incelikli mânâlara sahip, zevkle okunacak pek güzel beyitler kaleme almıştır ki en hoşlarından biri de budur:

Ayıtdı ol perî bir gün düşüne girüren bir şeb
Sevincimden nice yıllar geçipdir görmedim uyku
(Zâtî)

O perî (sevgili), bir gün : “Düşüne girerim/gireceğim” dedi. Sevincimden nice yıllar geçti, (hâlâ) uyku görmedim.

Aşk olsun şâir! Sevgili, bir gece rüyâsına gireceğini söylemiş; bu rüyânın heyecânını taşıyor âşık ama şu işteki cilveye bakın ki sevgilinin rüyasına gireceği sözünün sevinç ve heyecânından yıllar yılı gözü uyku görmüyor ki sevgiliyi rüyasında görebilsin. Böyle ince, mânâlı, nükteli, latifelî, heyret-bahş bir beyti söyleyen şâirin ruhuna rahmet! Allah rahmet eylesin beş asır öncesinin revnaklı kelimeler üstâdına.

Tags: , , , ,

Onuncu (hicrî) asır (milâdî onaltıncı asır)…  Osmanlı klasik şiirinin zirve asrı… Zirve asırda zirve şair: Mahmud Abdülbâkî Efendi, yani Bâkî…

Fetihten sonra İstanbul’un şiir ufkuna baktığımızda Ahmed Paşa’yı görürüz, sonrasında Necâtî Beg’i. Ve elbette pîr şâir Zâtî’yi. Hayâlî Bey ve Taşlıcalı Yahya Bey’i. Sonra, sonra bu kadar üstâdı gölgede bırakan bir şairi:

Bu arsada Bâkî nice üstâda yitişdi

Âlemde bugün ana bir üstâd yitişmez

Öyle bir üstâd ki üç asır boyunca bir medeniyet rüyasının yolunda ilerleyen gazel tarzının kemâl noktasında tecelli ettiği şiirleri kaleme almış şairler sultanı:

Meddâh olalı çeşm-i gazâlânene Bâkî
Öğrendi gazel tarzını Rûmun şuarâsı

(Ey sevgili!) Bakî senin ceylan gözlerinin övücüsü olalı beri Osmanlı ülkesinin şairleri gazel tarzını öğrendiler.

Böyle bir şairin şiirine elbet şiirden haz alan şiir erbâbı, saflık peşindeki safâ ehli teveccüh edecektir, bunda şaşılacak bir hâl olmaz:

N’ola meyl itseler eş’ârına erbâb-ı safâ

Bâkıyâ şiir değildir bu bir akar sudur

Bir akarsudur ki Bâkî’nin şiiri, asırlardır şiir deryasının dalgıçlarına birbirinden güzel sadefler sunmada, inciler mercanlar buldurmada. Böyle bir şiir cevheri pek az şaire nasib olur:

Çog olmaz bu tarza gazel Bâkıyâ

Güzel söz güherdür güher az olur

Aziz üstâd, güzel şâir, tab’ı mevzûn, sözü şirîn, edâsı hûb şairler sultanı… Rabbim ruhuna rahmet eylesin. Bezm-i ezelde mülâkî olma recası ile…

_______
Beyitlerin alındığı kaynak: Bâkî Divânı, Tenkitli Basım, Hazırlayan Dr. Sabahattin Küçük,Türk Dil Kurumu Yayınları

 

Fahri Kaplan

Tags: , , ,

13
Tem

Eskimeyen Sözler

   Yazar: Fahri Kaplan    Kategori Edebiyat

   Ne eski olsun şiir ne yeni… Bana eskimeyen sözler lâzım. Bugün eski denilen şiirde eskimeyen o kadar söz var ki! Bu yüzden ben onu eski değil, eskimeyen şiir olarak görüyorum. Zaten klâsiklerin hususiyeti budur. Her şeyi yıpratan zaman cellâdı onları öldüremez. Bâkî’nin dediği gibi: “Bâkî kalan bu kubbede bir hoş sadâ”dır. Her asrın okuyucusu böyle sözlerde kendi rûhunun mânâsını bulur. Her devir o sözleri yeniden okur; ona yeni duyuşlar, yeni anlamlar yükler. Bununla birlikte onların özü aynı kalır.

   İşte eskimeyen sözlerden bazıları:

   —

   Gel gör beni aşk neyledi (Yunus Emre)

***

Ağlarım hatıra geldikçe gülüştüklerimiz (Mâhir)

***

Cânımı isterse cânân minnet cânıma

Bir can nedir ki fedâ etmeyeyim cânânıma  (Fuzûlî)

***

Hep seninçündür benim dünyâ cefâsın çektiğim

Yoksa ömrüm varı neylerim sensiz dünyâyı ben  (Bâkî)

***

Halk içinde muteber bir nesne yok devlet gibi

Olmaya devlet cihanda bir nefes sıhhat gibi (Muhibbî  -Kanunî Sultan Süleyman- )

***

Derdim nice bir sînede pinhân ederim ben

Bir âh ile bu âlemi vîrân ederim ben (Nef’î)

***

Su uyur düşman uyur hasta-i hicrân uyumaz (Şeyh Gâlib)

***

Ayağın sakınarak basma aman sultânım

Dökülen mey, kırılan şişe-i rindân olsun (Nedîm)

***

   Klâsik şiirimiz hakkında ileri geri konuşan nâdânların gözünü açması, yüreğinde bir kıvılcım tutuşturabilmesi dileğiyle… Ama önce önyargıları çöpe atmak gerek. Atomu parçalamaktan zor olsa da yapılamayacak iş değildir.

Tags: , ,

1
Oca

Bâkî Kalan Bu Kubbede Bir Hoş Sadâ imiş

   Yazar: Fahri Kaplan    Kategori Edebiyat

   “Edebiyattürkiye” adlı internet sitesinin forumunda çok güzel bir konuya rastladım. Divan şiiri deyince aklımıza ilk olarak hangi beytin geldiği sorulmuş. Ve konuyla ilgili birçok edebiyat sever görüş belirtmiş. Klasik şiirimizde öyle güzel beyitler var ki insan onlardan hangisini okusa “Evet,en güzeli bu!” diyor. Forumda paylaşılan beyitlerden birkaçını size sunmak istiyorum:

Arz-ı hâl etmeğe cânâ seni tenha bulamam
Seni tenha bulıcak kendimi asla bulamam

                (Ulvî)

 ***

Sanman ki taleb-i devlet ü câh etmeye geldik
Biz aleme bir yar için âh etmeye geldik
 
              (Yenişehirli Avnî Bey)

 (Dünyaya gelişimiz ne mevki ne makam ne de mal ve mülk peşinde koşmak içindir.Biz bu dünyaya bir sevgili için ah etmeye geldik.)

***

Kimsesiz hiç kimse yok var herkesin bir kimsesi

Kimsesiz kaldım yetiş ey Kimsesizler Kimsesi

                                  (Rûşenî)

***

Gitdin ammâ ki kodun hasret ile cânı bile
İstemem sensiz olan sohbet-i yârânı bile 
                                      (Neşâtî)

***

Ne yanar kimse bana âteş-i dilden özge
Ne açar kimse kapım bâd-i sabâdan gayrı

                 (Fuzûlî)

(Bana gönül ateşinden başka kimse yanmaz. Kapımı da sabah rüzgarından başkası açmaz.)

***

Şeb-i yeldayı müneccimle muvakkit ne bilür
Mübtelayı gama sor kim geceler kaç saat

                 (Sâbit)

(En uzun gecenin hangisi olduğunu vakit ve yıldız ilimleriyle uğraşanlar ne bilsin. Sen gecelerin kaç saat olduğunu gama tutulmuşlara sor.)

***

Bende Mecnundan füzun aşıklık istidadı var
Âşık-ı sadık benem Mecnunun ancak adı var
                                                             (Fuzûlî)

***

Cihanda aşık-ı mehcûr sanma rahat olur
Neler çeker bu gönül söylesem şikayet olur
                  (Şeyhulislâm Yahya)

—–

   Ben foruma mesaj bırakmadım. Ama görüşümü siz Lâfistan okurlarıyla paylaşmak istiyorum. Benim aklıma bütün bu beyitlerin hakkını bir beyt ile veren şairler sultanı Bâkî’nin şu müstesnâ beyti geliyor:

Âvâzeyi bu âleme Dâvud gibi sal

Bâkî kalan bu kubbede bir hoş sadâ imiş

                      (Bâkî) 
       

Not:Bahsettiğim foruma şu adresten ulaşabilirsiniz: http://www.edebiyatturkiye.com/forum/index.php?topic=86.0

             ———–

                Fahri Kaplan

Tags: , ,

    Fuzûlî(öl.1566), Türk edebiyatının en büyük şâirlerinden biri, bir çok kişiye göre de en büyük şâiridir. Ömrünün tamamını Kerbelâ ve Bağdat civarında geçiren bu büyük şair, şiirlerinde lirizmin doruklarına çıkmış; aşkın binbir çeşit hâlini anlatırken sinesindeki ıstırâbı mısralarına hece hece nakşetmiştir. Onun her beyti insanın gönlündeki hazineden ne mücevherler sunar alabilene. Onun üslûbu kelimelerle yapılan sanatın sarhoş edici lezzetini verir tadabilene. Tadabilmek için şüphesiz ki o hazineyi zorlamak, onun şiir dünyasına yaklaşmak gerek. İşte Fuzûlî’den tadımlık bir kaç beyit:

Ey melek-sîmâ ki senden özge hayrândır sana

Hak bilür insan demez her kim ki insândır sana

Ey melek yüzlü! Senden başka herkes sana hayrandır. Hak bilir, insan olan kişi sana insan demez (çünkü sen meleksin âdetâ)

***

Mende Mecnûn’dan füzûn âşıklık istidâdı var

Âşık-ı sâdık menem Mecnûn’un ancak adı var

Bende Mecnûn’dan fazla âşıklık kabiliyeti var. Gerçek aşık benim, Mecnun’un sadece adı var.

***

Ârızın yâdıyla nem-nâk olsa müjgânım n’ola

Zâyî olmaz gül temennâsıyle vermek hâre su

(Gül gibi olan) yanağını andıkça kirpiklerim ıslansa şaşılır mı? Güle kavuşmak için dikene su vermek boşa değildir. (Gülden kasıt Hz. Peygamberdir. Şair diyor ki: Nasıl ki güle kavuşmak için dikene su vermek gerekir; Hz. Muhammed’e (s) kavuşmak için de dikene benzeyen kirpikleri sulamak yani onun aşkıyla ağlamak gerekir. Bu ağlayış zayi olmayacaktır.) 

***

Canı kim ki cânânı için sever cânânın sever

Canı için kim ki cânânın sever cânın sever

Kişi kendi canını sevdiğine olan aşkından dolayı seviyorsa (çünkü canı olmasa onu sevemezdi) aslında o canânını (sevdiğini) seviyordur. Kim de sevdiğini kendi nefsi için (nefisini tatmin etmek için) seviyorsa aslında o cânânı değil kendi canını (nefisini) seviyordur. 

 ***

Ne yanar kimse bana âteş-i dilden özge

Ne açar kimse kapım bâd-ı sabâdan gayrı

Benim derdime gönül ateşinden başka kimse yanmaz, kapımı da sabah rüzgarından başka kimse açmaz.

***

Beni candan usandırdı cefâdan yar usanmaz mı

Felekler yandı âhımdan murâdım şem’i yanmaz mı

Yar, beni candan usandırdı; bana eziyet etmekten artık usanmaz mı? Âhımdan felekler yandı, murat mumum yanmaz mı? (Şâir, gökyüzündeki güneşi âhının yaktığını söylüyor, hüsn-i ta’lîl ve mübalağa sanatlarını kullanarak. “Âhım gökteki güneşi bile yakmışken benim onun yanında bir mum olan murâdım hâlâ yanmıyor mu, hâlâ muradıma eremiyor muyum, sevdiğime kavuşamıyor muyum?” diyor.) 

 ***

Canını cânâna vermektir kemâli aşkın

Vermeyen can, itiraf etmek gerek noksanın

***

Fahri Kaplan

Tags: , ,

14
Eki

İnternette Bir Hoş Sadâ: divan.name

   Yazar: Fahri Kaplan    Kategori Edebiyat, Web Bilgisi

     

     İnternet sitelerinde genelde kaliteden ziyade bilgi yığını ve reytingi arttırıcı öğeler öne çıkıyor. Maalesef edebiyat gibi niteliğin öne alınması gereken bir alanda bile genelde bu tip sitelerle karşılaşıyoruz. Bir çok sitede edebî dönemler, şairler, şiir anlayışları basmakalıp ifadelerle geçiştirilip sonsuz bir umman olan edebiyatın sahası olabildiğine daraltılıyor. İşte tam böyle bir ortamda hakikî edebiyat âşığının teşne olduğu bir siteyle tanıştım bugün. Adresi ile dahi diğer sitelerden çok daha farklı, orijinal ve edebî bir site olduğunu hissettiriyor bize: www.divan.name

        Divan şiiriyle ilgili makaleden denemeye, şiirden şairlerin özgün biyografilerine kadar aradığımız bir çok şeyi sunuyor bu güzel site. Üstelik Eski Türk Edebiyatı alanında çalışan birbirinden değerli akademisyenlerin kaleminden çıkıyor yazılanların büyük kısmı. Ben yavaş yavaş kayığımı bu tatlı limana yanaştırıyorum. Ya diğer edebiyat dostları? Siz gelmiyor musunuz? ( www.divan.name )

                             Fahri Kaplan

Tags: , ,

17
Ağu

Kaybettiğim Hazineyi Arıyorum

   Yazar: Fahri Kaplan    Kategori Edebiyat

Ey ay yüzlü, servi boylu, hilâl kaşlı, âteşîn bakışlı, gönüller yakışlı, serv-i revân, kaşı kemân, gamzesi kalpleri yakan dilber! Nerdeysen gel de cemâlini bize göster! Sen gideli beri bu topraklardan, biz sahte güzellere tav olduk. Güzellik anlayışımız süflî derecelere indi. Aşk deyince şehveti anlar olduk. Hayâllerimizde yaşayan güzeldin sen. Sana en şûh gözle bakan Nedîm bile senin güzelliğinin bambaşka buudlarda olduğunu haykırıyordu şu sözlerle:

” Yok bu şehr içre senin vasfettiğin dilber Nedîm

Bir perî-sûret görünmüş bir hâyâl olmuş sana.”

Ah Nedim’im! Hayâli de öldürdüler artık. Yetmişbeş sene evvel aramızdan ayrılan büyük şâirimiz Ahmet Hâşim “Melâli anlamayan nesle âşinâ değiliz.” demişti melâli kaybetmemiz karşısında. Melâlden sonra hayâli de anlamaz olduk artık. Zaten melâl ve hayâl birbirinden ayrılmaz kardeş değil mi?

Başka bir şiir üstâdı Yahya Kemal de: “İnsan âlemde hayâl ettiği müddetçe yaşar.” diyordu. Biz hayâli kaybettiysek nasıl yaşıyoruz? Öyle değil, “Yaşıyor muyuz” diye sormak lâzım. Duymayan, hissetmeyen, tatmayan ne bilsin sizi ey aşk medeniyetinin, gönül medeniyetinin muhterem ve mübârek bânîleri. Ey Yunus’um asırlar ötesinden ne kadar mânidâr geliyor sesin:

“Bilmeyen ne bilsin bizi

Bilenlere selâm olsun.”

Nasıl mı bileceğiz? Ne zaman aşkı yeniden bulursak o zaman yetişeceğiz o menzile. Yoksa dünyâ ilmi bir yerden sonra yarıda bırakacak bizi. Menzile ise ağyârın önünde âşıklar yetişecek.

“Ser-menzile uşşâk erişir cümleden evvel

Ol mertebeye sa’y ile zühhâd yetişmez.” (Bâkî)

Ruhun şâd olsun şâirler sultanı (sultanü’ş-şuarâ) Bâkî!

Son sözü de büyük üstâd Fuzûli söylesin. Tâ ki kırık – dökük ve kaybetmenin, ayrılığın ızdırabıyla dağılıp perişân olmuş ifâdelerim böyle söz sultanları sayesinde bir değer bulabilsin:

“İlm kesbiyle pâye-i rif’at

Arzû-yı muhâl imiş ancak

Aşk imiş her ne var âlemde

İlm bir kîl ü kâl imiş ancak.”

Fahri Kaplan

Tags: , , , ,

5
Nis

Bâkî: Muhteşem Devrin Muhteşem Şâiri

   Yazar: Fahri Kaplan    Kategori Edebiyat

  16. asır… Devlet-i Âlî’nin en ihtişamlı dönemi. Tüm dünyaya “Muhteşem Süleyman” namıyla ihtişam salmış bir Kanun Koyucu’nun yönettiği en az pâdişâhı kadar muhteşem bir devlet. Şâir bir millet, devletinin böyle ihtişamlı devrinde elbette muhteşem bir şâir çıkaracaktır. Sultânü’ş-şuarâ Bâkî, Türk- İslâm tarihinin en güçlü devrine devri kadar güçlü bir sesle eşlik etmiştir. Osmanlı Türlçesi’ni öyle temiz bir üslûp, öyle Dâvûdî bir sesle kullanmıştır ki onun bu mükemmeliyetini Türkiye Türkçesi’nde sadece Yahya Kemal’de gördüğümüzü söyleyebiliriz. Çoğu kimseler onu bir zevk ve safâ şâiri olarak görse de bence Bâkî herşeyden önce bir ihtişâm şâiridir. Devrinin ihtişamlı sesinin şâiri. Bu yüzden iddialı beyitler, gururlu söyleyişler başkalarında birer nâkısa gibi dursa da Bâkî’ye çok yakışır. Çünkü o dünyanın bir numaralı devletinde “Şâirlerin Sultanı” ünvanını almış bir şâirdir. Elbette bu konumda bulunan bir sanatkâr, devletinin ve şiirinin ihtişâmını mısralarına dökecekti. İşte her okuduğumda “ne güzel, ne doğru söyledin!” dediğim o ihtişamlı beyitlerden bazıları:

“Bu arsada Bâkî nice üstâda yetişdi

  Âlemde bugün ona bir üstâd yetişmez”

***

“Minnet Hüdâ’ya devlet-i dünyâ fena bulur

Bâkî kalır sâhife-i âlemde adımız”

***

“Âvâzeyi bu âleme Dâvud gibi sal

Bâkî kalan bu kubbede bir hoş sadâ imiş.”

***

Meddah olalı çeşm-i gazalânına Bâkî

Öğrendi gazel tarzını Rûm’un şuarâsı

***

“Cihân-ı câm-ı nazmım şi’r-i Bâkî gibi devreyler

Bu bezmin şimdi biz de Câmî-i devrânıyız cânâ”

                                    (Bâkî)

Fahri Kaplan 

Tags: ,

4
Şub

Âşıkda Keder N’eyler

   Yazar: Fahri Kaplan    Kategori Edebiyat

    Birçok edebiyatta olduğu gibi bizim edebiyatımızda da âşık dâimâ gam içindedir. Aşk onu devâsız bir derde salmıştır ve âşık, bu hastalığın ateşiyle sürekli yanmakta, ızdırâb çekmektedir. Acaba zâhirdeki bu hâl hakîkaten böyle midir? Şeyh Gâlib’i dinleyelim:            .         “Âşıkda keder n’eyler gam halk-ı cihânındır                    Koyma kadehi elden söz pîr-i mugânındır”           Aşk medeniyetinin en büyük âşıklarından “Hüsn ü Aşk” şâiri: “Âşıkda keder n’eyler?” diyor. Yanlış mı söylüyor? Asla! Âşık aşkı yaşarken rûhunu kaplayan vecd sayesinde kederden eser bile duymaz. Bu haldeyken kederin bile ayrı bir tadı olur. Aşk, âşık için öyle bir derttir ki bin zevke tercih olunur. Yahyâ Kemal bunu ne güzel ifâde ediyor:       “Cümle lezzetten lezîz iksirsin ey zehr-i aşk    .

  Zevki derinden alan her rûh dermândan geçer”           O yüzden eller âşığı ızdırâba mübtelâ bir dîvâne sansa da âşık, zevkini aşk derdinden almanın mestliği ile madde âleminin çok fevkinde yaşar. Tabii ki böyle bir aşk, nefsânîliği aşmayı gerektirir. Günümüzde sık sık gördüğümüz şahsî dürtülerini tatmîn etme arzusundan kaynaklanan sevmenin çok üstündedir bu aşk. Fuzûlî bu iki aşkı kıyaslarken şöyle der:    “Canı kim cânânı için sever cânânın sever         .       Canı için kim ki cânânın sever cânın sever”  .        Her güzel şey gibi aşkın da madde kafesine sokulduğu devrin âşıkları! Kaçınız kendinizi “canı cânânı için seven âşık” sınıfına koyabilirsiniz. Eğer koyabiliyorsanız siz de aşkın mestliği içinde yol alıp Gâlib-misâl: “Âşıkda keder n’eyler” diyebilirsiniz. Öyle ya, sevgiliye adanmış bir can niye keder duysun ki? Can senin mi ki onu kederle heder edeceksin?          “Yoluna cânâ revân etsem gerek cânım dedim       .       Yüzüme bin hışm ile bakdı dedi cânın mı var”                                                                                                                (Zâtî)

                            Fahri Kaplan

Tags: , ,

29
Oca

Bir Yergi Ustası’ndan Nükteler

   Yazar: Fahri Kaplan    Kategori Edebiyat

      Nef’î (17. yüzyıl) Türk edebiyatının en önemli şâirlerindendir. En bilinen yönü hiciv ( karşındakini yermeye yönelik şiir, yergi) yazmaya meraklı olması ve bu konudaki ustalığıdır. Ben bu yazıda Nef’î’nin bu yönünü ortaya koyan iki güzel hadiseyi nakletmek istiyorum.

       Osmanlı Paşalarının toplandığı bir mecliste söz dönüp dolaşıp yazdığı hicivlerle birçok kimseyi kendisine düşman eden muzip şâirimiz Nef’î’ye gelir. Meclistekilerden Tahir Paşa daha önce ondan dili yanmış olsa gerek Nef’î’den lâf açılır açılmaz: “Aman, anmayın şu kelbi (köpeği)” der. Tabii bu lâf döner dolaşır, Nef’î’nin kulağına gelir. Kendisine köpek denmesine içerleyen ünlü hiciv ustası bu lâfın altında kalmayacaktır elbet. Şu kıtayı söyler:               

Bana kelb demiş Tâhir Efendi
İltifâtı bu sözde zâhirdir
Mâlikî mezhebim benim zira
İtikadımca kelb tâhirdir
       
   

      Tahir, kelime anlamı olarak “temiz” demektir. Mâlikî mezhebine göre köpek temiz bir hayvandır. Nef’î burada “kelb (köpek) tahirdir.” derken maliki mezhebinin bu özelliğini vurgularmış gibi görünüyor ancak arkaplanda Tahir Paşa’ya laf dokundurmaktan geri kalmıyor.

      17. yüzyılın ünlü şâir ve şeyhülislâmı, Nef’î’nin de yakın dostu olan Şeyhülislâm Yahyâ Efendi Nef’î’ye şu kıt’ayı gönderir:  

Şimdi hayli sühanverân içre
Nef’î manendi var mı bir şâir
Sözleri Seb’a-i Muallaka’dır
İmr’ül-Kays kendisidir kâfir”

     (Şimdi o kadar söz ustası içinde Nef’î ayarında bir şair var mıdır? Sözleri cahiliye Arapları’ndaki Yedi Askı şairleri gibi kuvvetlidir. O şairlerden İmr’ül-Kays adlı kâfir de onun ta kendisidir.)                 

      Aslında şâirliğinden övgüyle bahsedilen bu dörtlükteki kâfir kelimesine Nef’î içerlemiş olsa gerek ki Şeyhülislâm Yahyâ Efendi’ye cevap olarak aşağıdaki kıt’ayı yazar:  

Bize kâfir demiş müfti Efendi
Tutalım ben diyem ana müselman
Varıldıkda yarın ruz-ı cezaya
İkimiz de çıkarız anda yalan”
     
      

(Müftü Efendi bize kâfir demiş. Şimdi ben de tutup ona  Müslüman desem yarın mahşer yerine vardığımızda ikimiz de sözümüzde yalancı çıkarız.)                       

      Nef’î elbette bu hicivlerden ibaret bir şâir değildir. Başkalarını ve kendisini övmede de üstüne yoktur bu büyük söz üstâdının. İskender Pala Nef’î’den şöyle bahseder: “Öven, övünen, söven bir şâir.” Tabii Nef’î’nin bu özelliklerinin yanında düşündüğünü ifade etmekten çekinmeyen çok samimî bir yüreği olduğunu da belirtmek gerek. Ancak herkesi yermiş olması ona çeşitli düşmanlar kazandırmıştır. En sonunda padişah IV. Murad kendisine hiciv yazmayacağına dair yemin ettirmiştir. Ama Nef’î bu, rahat durabilir mi? Vezir Bayram Paşa’yı hicvedince sarayın odunluğuna kapatılır. Artık şairin düşmanlarına gün doğmuş, onu cezalandırma fırsatı bulmuşlardır. Vezir Bayram Paşa da kendisine yapılan hakareti hazmedemez ve Nef’î hakkında idam kararı verilir. İdamı açıklamak için siyah tenli bir haremağası Nef’înin yanına gelir. Şairin haline acıyan haremağası Nef’î’ye der ki: “Al şu kâğıdı kalemi saraya bir dilekçe yaz. Ben de elimden geldiğince sana destek çıkar, seni bu cezadan kurtarmaya çalışırım.” Nef’î de kâğıdı eline alır, tam yazacağı sırada kalemin mürekkebi kâğıda damlar ve büyük bir siyah leke oluşturur. Nef’î de diline gelen nükteyi kaçırmaz ve haremağasının siyah tenini kastederek: “ Ağa hazretleri mübarek teriniz kâğıda damladı.” der. Bu söze sinirlenen haremağası da kağıdı buruşturur ve : “Var a köpek, sen ölümü hak etnişsin.” diyerek şâirin suratına fırlatır. Böylece Nef’î eline geçen bu son fırsatı da tutamadığı dili yüzünden hebâ eder ve sonrasında idam edilir. Ancak geriye adını gökkubbede ölümsüz kılacak şiirler bırakır. Mevlâ rûhuna rahmet eyleye. 

                                                                                             Fahri Kaplan

Tags: ,