Archive for the ‘Genel Güncel’ Category

21
Şub

Allah’adır Tevekkülümüz İtimadımız

   Yazar: Fahri Kaplan

Bâkî’nin güzel bir beytini sizlerle paylaşmak istedim. Şöyle diyor şairler sultanı:

Baş eğmezüz edânîye dünyâ-yı dûn içün
Allah’adır tevekkülümüz itimadımız

Beyitteki mânâyı günümüz Türkçesiyle şöyle ifade edebiliriz: “Aşağılık dünya için alçak kişilere baş eğmeyiz. Tevekkülümüz, itimadımız Allah’adır.”

23
Ağu

“Sen gel bizi yeni vakitlere çıkar”

   Yazar: Fahri Kaplan Tags: , , ,

İlhan Berk, “Aşk” şiirinde:

“Sen gel bizi yeni vakitlere çıkar” diyor. Zira:

“Sen varken kötü diye bir şey bilmiyorduk
Mutsuzluklar, bu karalar yaşamada yoktu” (İlhan Berk, aynı şiir)

Yahya Kemal de “Vuslat” şiirinde kavuşmanın tadıyla kanatlanan bir aşkın ruhumuza duyurduğu enginliği ve lezzeti ne güzel dile getiriyor:

“Bir uykuyu cânanla berâber uyuyanlar,

Ömrün bütün ikbâlini vuslatta duyanlar,

Bir hazzı tükenmez gece sanmakla zamânı,

Görmezler ufuklarda şafak söktüğü ânı.

Gördükleri rü’yâ,ezelî bahçedir aşka;

Her mevsimi bir yaz ve esen rüzgârı başka,

Bülbülden o eğlencede feryâd işitilmez,

Gül solmayı, mehtâb azalıp bitmeği bilmez;

Gök kubbesi her lâhza bütün gözlere mâvi,

Zenginler o cennette fakirlerle müsâvi;

Sevdâları hulyâlı havuzlarda serinler,

Sonsuz gibi bir fıskiye âhengini dinler.”

Aşkın aşkın ikliminde aşk sözleri okumak… Bu yaz vakti. Bence -belli bir mevsimi varsa eğer- şiirin tam mevsimi.

Her mü’min kişi şevke râmdır bugün
Dostluk kavî, küslük harâmdır bugün
Yılda iki kez bu mübarek zaman
Görüşsün eş ve dost bayrâmdır bugün

Fahri Kaplan

30
Oca

Yağmur, Yeniden

   Yazar: Fahri Kaplan

Uzun geceli zamanların bir gündüzünde şimdi bir kış yağmurudur yağan. Yağmur öyle güzel, su öyle temiz… Rahmet, bereket, canlılık, hayat… Seni veren Yaradan’a şükürler olsun!

Ben böyle mevsimleri yazıya dökmeyi seveli beri yazmak eylemi ile yaz, kış, güz, bahar kelimeleri yazdıklarımda buluşur oldular. İşte ne güzel diyor üstâd Hilmi Yavuz:

“her yazdığım ile

yaz olduğumdan beri,

ne aşklar topladım, ne kederler tükettim;” *

Ben ki bir yağmuru sessiz sessiz seyrederken, yağmur yeniden başlayıp yeniden dinerken, mevsimlerin akışına bıraktım kelimeleri, cümleleri.

Yağmur yeniden geldi, su yeniden. Mevsim yeniden tazelendi, hayat yeniden. Kapalı havalarda açtı gönlümüzün çiçekleri. Canlandı, yundu yıkandı dünyamız yeniden.

Yağmur, yeniden!

 

Fahri Kaplan, 25.01.2012

______________________________________________________________

*Hilmi Yavuz, Kayboluş Şiirleri, s. 27, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul 2007.

28
Ara

BİTLİS’İ ÖZLERKEN

   Yazar: Doğan ÖZÇELİK Tags:

                     Son yazımı Bitlis’te asker öğretmenken rahmetli arkadaşım, kardeşim, yoldaşım Veysel Burak Gülper için yazmıştım. Göz yaşlarıyla yazdığım son yazıdan sonra yaklaşık iki yıl geçti. Burak’ımı özlediğim kadar olmasa da bir başka duygu daha çöktü üstüme: vefa duygusu. Bitlis’e vefa…
Aslında Erzincan doğumlu olmama rağmen doğuya böyle uzun bir süre kalmak için hiç gitmemiştim. Bitlis’le ilgili bildiklerim üniversitede okurken kısa bir süre beraber kaldığım Bitlisli arkadaşımın anlattıkları ve gösterdiği iki büyük resimde gördüklerimle sınırlıydı.
Bitlis’te uyandığım ilk sabah hastaneye yattım. Kimsesiz , evsiz, barksız… O andan itibaren bir şehirde insanlık nasıl temsil edilir onun örneklerini izleme imkanı buldum. Beni hiç tanımayan birisi bir taksi tutarak öğretmen evinden eşyalarımı getirdi. Bu hastanede yattığım on gün boyunca Bitlis insanını ve insanlığını gözlemleme imkanım oldu.
Bitlis çok küçük bir şehir, kendi etrafında 360 derece döndüğünüzde sürekli dağları görebiliyorsunuz. İlginç bir durum gerçekten, baktığınız gördüğünüz her yer dağ. Bitlis’in karı da meşhurmuş yakın geçmişe ait kar efsaneleri anlatılıp duruyor.
Bitlis’te beni en çok etkileyen “Bitlis İnsanı” oldu. Yabancı dedikleri Bitlisli olmayan insanlara çok iyi davranıyorlar size yardımcı olmak için can atıyorlar. Van,Şanlıurfa, Adıyaman,Mardin gibi yakın şehirlere de gitmeme rağmen hiç böyle bir yakınlık göremedim. Esnaf son pazarlığı yaptıktan sonra öğretmen olduğumuzu öğrenince daha da indirim yapıyorlar. Esnaf paranız olmadığını hissedince alını ücretsiz ya da hiç tanımamasına rağmen iki hafta sonra getirirsin diyerek verebiliyor. Telefonumun şarjı bitmişti kapanmakta olan bir dükkana girdim yarım saat benim için dükkanı açık tuttular.Bunun gibi birçok insanlık örneğiyle karşılaşmak Bitlis’i kalbime silinmez hatıralarla nakşetti.

İnsanlık abidesi dikilecek olsa bunun yeri kesinlikle Bitlis olmalı.

Fotoğraf: Faruk Kaplan

     Yağmur yağdığı zaman arkasına çekilmeli camların. Güvenli bir çatı bulup akan yağmuru seyretmeli. O gün çıkılacaksa, yağmur hafif yağdığı zaman çıkmalı sokağa. Üstündeki tozları hafifçe gidermeli, gökten yağan bereketi dermeli.

     Yağmur yağdığı zaman suların mûsıkîsine kulak vermeli. Şırıl şırıl sokaklarda hayatın akıcılığına şahit olunmalı; berekete, canlılık vesilesi büyük nimete: Suya!

     Nefes almanın, yenilenmenin, temizlenmenin kıymetini duya duya dolaşmalı sokakları yağmur yağdığı zaman. Yağmurun -ki diğer adı da rahmettir- bereket getirmesini dilemeli, musibete dönüşmemesini dilemeli, felaket olmasından Allah’a sığınmalı.

     Yağmur yağdığı zaman uzun sıcaklardan sonra, mevsimin değiştiğini bilmeli. Bu fasl-ı hazandır -ki yaza hâtime yazandır- demeli.

     Yağmur yağdığı zaman yunmalı yıkanmalı, temiz bir sayfayla bütün güzel şeylere yeniden başlanmalı.

     Yağmur yağdığı zaman…

  -Fahri Kaplan-

18
Eyl

Geç kalmak huy değil alışkanlık!

   Yazar: ?brahim ARSLAN

Vaktiyle üzerimden atamadığım geç kalma alışkanlığım vardı. Son günlerde bunu üzerimden attığımı düşünerek konuyu sizlerle paylaşmaya karar verdim.

Nasıl mı efendim; Daha önceleri okula hep geç kalıyor, eve geç geliyor, gideceğim toplantıya geç gidiyordum… Aslına bakarsak bunu bilerek yapmıyordum ama her nedense gittiğimde en azından bir iki dakika geçmiş oluyordu. Bir iki dakika nedir ki canım demeyin başımdan geçtiği için anlatayım. İki yıl önce güney İngiltereye gittiğimde Tony isminde 50 yaşlarında biri ile tanışmıştım bir müddet İngilterenin gezilecek yerleri hakkında muhabbet ettikten sonra yarın saat 4 te durakta buluşalım sana şehirde bulunan Christ Church kilisesini de göstereyim demişti. Ben de hem İngilizce pratik yapmak hemde faklı bir yer görmek maksadıyla kabul etmiştim. Bir gün içinde buluşmayı unutmamama rağmen yola çıkarken önemli bir işi yapmadığımı fark ederek geri gelip tekrar koşarak o durağa gidinceye kadar saat neredeyse 4:02 olmuştu. Merhaba deyip selamlaştıktan sonra bana birazda gülümseyerek saatin kaç olduğunu sormuştu. Yolda son anda saate baktığımda 4:01 olduğu için hemen 4 ü bir geçiyor deyivermişti. Hiç çekinmeden birazda tebessümle, bir dakika geçikmişsin dedi. Daha önce bu kadar küçük bir zaman için bu şekilde bir cevap alınca azda olsa şaşırmıştım. Aslından daha önceden bazı gurbetçilerden Almanların çok dakik insanlar olduğunu duymuştum fakat kendim böyle bir duruma düşüpte sorulması ilk başta biraz garip gelmişti fakat sonrasında bu durumu oradaki Türklere açtığımda burada geç kalmak karşı tarafa yapılan bir saygısızlıktır ve onu ciddiye almadığının göstergesidir dediklerinde olayın öneminini biraz daha anlamıştım. Sonrasında orada bu konuya bir hayli dikkat etmiş ve gideceğim yerlere normal süresinden 5 dakika önce çıkıyor ve hatta saatimi de 2 dakika ileri almıştım ve bundan sonra gittiğim yerlere de geç kalmıyordum.

Hangi millet bu konuda en iyidir bilmem ama batı toplumlarında bu husus çok önemli ve işlerin zamanın da bitirilmesi konusunda bu olaya mümkün olduğumca dikkat etmeliyiz.

Sizlerde bu şekilde bir alışkanlığınızın olduğunu düşünüyorsanız bunu kendi yöntemlerinizle halletmeye çalışın Çünkü hiçbir patron işine erken gelmeyi bile becerememiş bir çalışanına sorumluluk vermek istemez.

Geç kalmama İle ilgili Ata Sözleri:

Bu günün işini yarına bırakma.

Erken kalkan yol alır er evlenen döl alır.

 

27
Ağu

YENİ ADIMLAR YENİ HEYECANLARLA YENİDEN

   Yazar: Fahri Kaplan Tags:

-“Bismillah” diyerek-

Uzun süre ayrı kalsak da
Sanmayın yavaşlıyoruz.

Yeni adımlar, yeni heyecanlarla
Yeni yazılara yeniden başlıyoruz.

Ham kalmasın, pişsin, tatlılaşsın diye kelimeler
Her birini bir başka yazıda haşlıyoruz.

Uzun süredir sakladığımız sözleri…
Güzleri, kışları, bahar ve yazları…
Sevinçleri, hüzünleri, nazları, hazları…
Özledikçe sizleri, özlediniz diye bizleri
Gönlümüzden Lâfistan’a işliyoruz.

24
Ağu

Yeni Yüz ve Yeni Yayın Dönemi

   Yazar: ?brahim ARSLAN

Merhaba sevgili ziyaretçilerimiz, Uzun bir aradan sonra Lafistan yazarları olarak yeni temamızla yayın hayatımıza kaldığımız yerden devam etmeye karar verdik.  Umarız bu dönemde de eskiden olduğu gibi sizlere yararlı içerikler sunabilir ve yorumlarla da fikir alışverişinde bulunabiliriz.

Arkadaşlarımızla yaptığımız fikir alışverişi sonucunda eskiye nazaran çok fazla açık renkte olan bu temamızla, ismimiz LAFİSTAN’ın bir mekana atfedilmesinin daha uygun olacağı kanaatini taşıdık. Bunun için de kış gecelerinin laf yapmak için ey uygun zamanlar va karlar arasında duran kırmızı renkteki  evin de sıcaklığı temsil edeceğini düşündük.

Dış kısımda bulunan posta kutusunu ara sıra kullanıp aşındırmanızı temenni ederiz.

 

Lafistan yazarları adına İbrahim ARSLAN.

6
May

Bir Mıh (…) Bir Vatan Kurtarır (Kaos Teorisi)

   Yazar: gokhanturgut

  

   Bir arkadaşımla konuşuyorum. Bana tekliğin önemsizliğinden bahsediyor, yani düşüncelerin ne kadar ulvi de olsa eğer yalnızsan bir işe yaramayacağından söz ediyor. Tam bu noktada haklı buluyorum onu. Fakat bir an aklıma toplumsal şuuraltımızda yatan “Bir mıh bir nal kurtarır. Bir nal bir at kurtarır. Bir at bir er kurtarır. Bir er bir ordu kurtarır. Bir ordu bir vatan kurtarır.” söylemi geliyor ve tekrar düşünmeye başlıyorum. Eğer bu zincirleme ilişkinin sonundaki vatanın kurtulmasını başlatan bir “mıh” ise o halde önemsizlikten söz etmek mümkün müdür?

    Evet bugün bilim adamları önceden rastlantısal olarak gördükleri hadiselerin aslında inanılmaz bir düzen içinde cereyan ettiklerini anladılar. Yani sigara dumanın havada aldığı şekil ve izlediği yolu etkileyen çok sayıda parametrenin olduğunu ve bu parametrelerin sigara dumanı üzerine nasıl tesir edeceğinin bilinemeyeceğini ifade etmektedirler. “Kelebek Etkisi” olarak duymuş olabileceğiniz bu teori bilim camiasında “kaos teorisi” olarak adlandırılmaktadır.

    Haddime olmayan bu kısa açıklamadan sonra gelelim arkadaşımla olan sohbetimize. Bu teoriyi ona anlattıktan sonra belki biraz ümitleneceğini düşünmüştüm ama maalesef öyle olmadı. Daha fazla ısrar etmek istemedim ve konuyu orda kapattık. İhtimal ki arkadaşım gibi düşünen bir çok kişi vardır. Sanırım bunun temelinde olaylara, yaşadıklarımıza, tecrübelerimize, davranışlarımıza bir netice itibariyle değer atfetmemiz yatıyor olsa gerek.  Ancak bu noktada da aklıma “acaba olayların bitiş noktası neresidir ki, biz ona göre bir anlam yüklüyoruz?” sorusu takılıyor? Yani şöyle açıklamaya çalışayım bu durumu; evinizin bahçesinde bir odun yığını olduğunu düşünün. Bunları teker teker odunluğa taşımanız gerekir. Tam olarak bahçede kaç odun kaldığında “nerdeyse bitti” cevabını verirsiniz? 1 mi 2 veya 5 mi? Bu cevapların hepsi doğru olmakla birlikte tek başına hiç biri doğru değildir. Yani demek istediğim hayat ikili mantık şeklinde işlemez yani her şey ya siyahtır ya beyaz veya ya hep ya hiç şeklinde değildir. Daha çok belirsizdir her şey (nisbi mantık).

    Tüm bunlar o an aklımdan geçen düşünce balonlarıydı. Ve bunları göz önüne aldığımda aslında ümitsizliğe düşmenin veya kendini önemsiz hissetmenin hiçbir bilimsel alt yapısının olmadığını bilakis insanların ümit var olmaları gerektiğini anladım. Çünkü yaptıklarımız bir deryada bir damla kadardır. O damlaların nelere sebebiyet vereceğini görmemiz mümkün değildir. Bu bakımdan önemli olan nokta sonuçlarını öngöremeyeceğimiz davranışlarımızın başlangıç noktalarıdır. Yani olayların neticelerinden çok başlangıçtaki niyetlerimizin salih olup olmadığıdır bizim için önemli olan.

27
Nis

RAHMETLE VEYSEL BURAK GÜLPER…

   Yazar: Doğan ÖZÇELİK

polis-memuru-trafik-kazasinda-hayatini-kaybetti.jpg

Özel harekatçı olacaktı…

sevdiği kız vardı… düğün yapacaktı…

hayalleri vardı… yaşayacaktı…

     lisenin kapısında tanımıştım, aile sıcaklığının olmadığı yurt ortamında ailemiz gibi sıcaktık… babası çok küçükken vefat etmişti… gözleri dolardı babasının ölümünü okul dönüşü öğrendiğini anlatırken…

      iki kız sevmiştik… burak konuşmaya gittiğinde ilk kelimeyi söylediğinde kızın otobs gelmiş de binip gitmşti kız arkasına bile bakmadan… çok gülmüştük, bütün yıl gülmüştük…  Üniversiteyi kazanamazsak çeçenistana gidecektik… hayallerimiz vardı, çocukça da olsa… strateji oynardı saatlerce başkanla… hile yapardı, şifre yazardı… başkana bak o da yazmasın derdim o saf kötülük düşünmez deri… yine de hep yenerdi başkan burağı…

    evinde kalmıştık bir gece… veysel burak aslandı… mertti…. delikanlıydı…

    yurttan kaçmıştık bi gece kilometrecelerle yürüyüp sapanca gölüne gitmiştik… ibo dinledik,hep arabesktik… tren istasyonunda uyuduk bütün gece…

     polis olmuştu veysel burak… veysel denmesine de kızmıyordu artık faysal denmesine de… aga derdi “ilerde çok güzel şeyler olacak”… ilerde çok güzel şeyler olacaktı burağım çok güzel şeyler olacaktı.

      batmana çıktı görev yeri geçen ay gidecektik… nevruzda görevliydi… bekliyordu… trafik kazası geçirdik gidemedim… üzlmesin diye kaza geçirdiğimizi söylemedim… ben seni üzmedim burak sen ne diye üzüyorsun…  mayıs ta buluşacaktık… buluşacaktık söz vermişti… yalan mı burak söz vermedin mi… verilmiş sözün varken nere gidersin nasıl gidersin…

        “aga” dedi…

 “özel harekatçı olcam ramazan bayramından sonra başlıyo kurs”…

“bir kıza gönül kaptırdım gzel de bir düğün yapçam…

özel harekatçı olacaktı…

seviği kız vardı… güzel bi düğün yapacaktı…

hayalleri vardı… kendiyle beraber götürdüğü…

1
Mar

Kardan Adam

   Yazar: Doğan ÖZÇELİK Tags: , ,

 1.jpg

                 Kardan Adam Ve Güneş   

“ Kardan adam olur senden adam olmaz” diye bir replik moda olmuş. Kardan adamı küçümseyen, adam yerine koymuyormuş, alaya alıyormuş gibi bir ifade…    

Kardan adam güneşin önünde diz çöküyormuş,yalan…  Adamlığını feda ediyormuş, yanlış… Üç günlükmüş adamlığı kardan adamın, palavra…  

Kardan adamın adamlığı üç günlük değildir, ömrünün sonuna kadardır.Ömrünün kısa olması onun suçu değildir.   Kardan adam güneşin gücünden korkup adamlığından vazgeçmez , varlığının son noktasına kadar adamdır… Erir, biter , tükenir…  Tükenir ama adam olarak tükenir,adam gibidir tükenmesi. Yalansız, riyasız, minnetsiz…                         

                                                              Kardan Adam İle Güneş 

Kardan adam güneşe aşık olmuştu, güneş kardan adamı seviyordu…  Güneşsiz bir günde dünyaya gelmişti kardan adam. Uzun bir uykudan uyanırken gördü kardan adamı, güneş. Gözlerini ovuştururken merhaba demişti. Başına geleceklerden habersiz kardan adam sevgiyle karşılık verdi, havuçtan burnunu dikerken gök yüzüne…

                                                                     

Ne güzel başladı her şey, güneş yakmıyor, kardan adam erimiyordu. Günler geçtikçe bir aşk doğdu aralarında. Aşk ateşi güneşi yakıp kavurdu. Aşkın ateşinden ateş topuna dönen güneş kardan adamı erittiğinin farkına bile varmadan sürekli kendi aşkının büyüklüğünden, aşkından ,ateş gibi yandığından bahsediyordu. Adım adım eriyen güneş üzüntü içinde sevgilisini dinliyordu. Günden güne zayıflıyor , eriyordu. Güneş sadece kendi ateşini görüyordu…

Bir sabah uyandı güneş ve su birikintisine dönmüş sevgilisine göz yaşları döktü… Gerçekten aşkından yanmıştı güneş ama sadece sevmenin aşkı yaşatmak için yeterli olmadığını anlamıştı, iş işten geçtikten sonra. Kardan adam sevgilisinden gördüğü zarardan hiç bahsetmedi ömrünün sonuna kadar. 

 3.jpgİki değişik olayda da kardan adamın ne kadar adam olduğunu gördük. Adamlığının üç günlük değil, ömrünün sonuna kadar olduğunu fark ettik. O zaman diyebiliriz ki: KAR YAĞSA DA ADAM GÖRSEK, KARDAN DA OLSA ADAM GİBİ  ADAM GÖRSEK. ADAM GÖRMENİN BAŞKA ŞEKLİ KALMADI MAALESEF…

24
Oca

Internet Devleri Çin Pazarında Tututunamıyor mu?

   Yazar: ?brahim ARSLAN

Bu haftaki Sabah gazetesiyle birlikte verilen The New York Times gazetesinin google ile ilgili manşeti çok ilgimi çekti ve yazıyı sonuna kadar okudum. Ardından siz ziyaretçilerimize kısaca yorumumu yazarak düşüncelerinizi almak istedim. Öncelikle sizlere haberin başlığını vermek isterim: “Internet devleri Çin pazarında tutunamıyor.” Bizim internet haber siteleri ve gazeteler olayı google’dan yapılan basın açıklamasıyla bire bir önümüze sundular “Google, Çin hükümetinin uyguladığı sansür kararlarına savaş açtı” Haberi bizim internet sitelerimizden çok daha farklı ve iyi analiz ederek verdiği içinde yazarlara çok teşekkür ederim. Şimdi gelelim kendi düşüncelerime ve ben dahil bizdeki internet içerik sağlayıcılarına verip veriştirmeye. Ülkemizde, şu dışarıdan ithal edip sabah akşam kullandığımız web siteleri o kadar güvenilir ve mükemmel anlatılmış ki bize ne söyleseler inanır ve ne yapsalar takdir eder olmuşuz, kendi içimizdeki değerleri takdir etmek şöyle dursun destekleme yoluna bile gitmiyoruz. Sonra da niye bizim içimizden de bir google, facebook, twitter… çıkmiyor diye söylenip duruyoruz. Google her logo değiştirdiğinde facebook her uygulama yaptığında twitter de kim kimle ne dedikodu yaptı diye koca puntolarla gazetemizi okuyup internete daliyorsak ne olmasını bekliyorsunuz? Tabi ki bunlar da haber değeri taşımakta ama bir yerli arama motoru küçük bir puntoda yer bulamıyorsa yada herhangi bir yerli şirket tanıtılmıyorsa neler olsun. Gel gelelim Çin mevzusuna, bu olayın bizde olması şuan için pek yakın değil çünkü internette genelde taklit projeler üretiyoruz ama yakın gelecekte özgün bir internet projesinin bizden de dünya ya yayılacağını düşünüyorum. Zaten Çinde böyle yapmadı mi? Önceleri herşeyi bire bir kopyalayıp yeni markalar yazıp pazarlıyordu ama biraz para kazanmayı öğrendikten sonra tüketicilerin istekterine kulak verip daha kaliteli mallar üretmeye başladı ve şuan öyle bir duruma geldi ki çok ucuza pahalı bir markanın benzer ürününü yapabilir konuma hatta bu google hadisesinde olduğu gibi yerli şirketleri halkının isteklerine google dan daha önce cevap verip küresel oyuncuları başka bahanelerle pazardan çıkmaya mecbur eder oldu. Yoksa mümkün mü ki pazardan pay alan google isteklerinizi filtreleyemiyorum/filtrelemicem diyerek pazardan çıkmaya mecbur bıraktırsın kendini, sormazlarmı daha önceden nasıl filtreliyordun/filtreleyebiliyordun. Amacım yerli içerik üreticilerini düşünmeye zorlamak. Hadi kalın sağlıcakla…

4
Oca

Bir Garip İmam Hatipli

   Yazar: Doğan ÖZÇELİK

imamhatip.jpg      İmam Hatiplilerin rekorları bir bir kırdığı, ÖSS’de birincilikler aldığı zamanlarda girmiştim İmam Hatip’e. Deprem olduğunda orta sona geçmiştim. Gölcük’teki okulumuz zarar görünce ülkemizin en iyi İmam Hatip’i depremzede olarak bizi kabul etti. Rüya gibiydi, yıllarca Türkiye birincisi çıkartmış bu okulda okuyacak olmak…              

         Beş-altı kişi gelmiştik Gölcük’ten. Okul idaresi bize çok yardımcı oldu. Günler güzel geçerken adamın biri:  “Deprem, 28 şubat sürecinin aksatmayacak, bu süreç bin yıl sürecek.” dedi. İcraatlar başladı. Sadece asker değil sivil toplum kuruluşları bile bize cephe aldı. Depremde mağdur olmuş bir arkadaşımız eğitimin en önemli sivil kuruluşuna başvurdu. Her öğrenciye yardım eden bu kuruluş imam hatipli olduğunu öğrendikten sonra arkadaşı kapı dışı etmiş ve gericileri doyurmuyoruz demişti ,akan göz yaşlarına ,görünen çaresizliklere aldırmadan.        

       Buraya Gölcük’teki gibi askerler gelmiyordu sadece selam yolluyorlardı. Sıkıntı başladı. Yine baş örtüsü, yine tehditler…

        Askeri liselere, harp okullarına alınmıyorduk. Artık üniversiteye de giremeyeceğimiz duyuruldu, bir iki bölüm hariç. Ve kaçışmalar başladı. İlk sırada da ben ayrıldım çünkü idealim bir öğretmen olmaktı. Oldum da… Ama bir İmam Hatipli olarak değil bir İmam Hatip kaçkını olarak. Düşünüyorum fazladan gördüğüm Arapça ve Kur’an dersi benim öğretmenliğime neden engel olmuştu? Neden hâlâ engel oluyor? 

         Daha büyük idealleri olan arkadaşlar vardı. Onların ideali, İmam Hatipli olmaktı. İmam Hatipli kalmak, kalabilmek… Çok zeki arkadaşlar vardı içlerinde. Matematikçiler kadar matematik yapabilen, en iyi fenciler kadar fen yapabilen… Ama imam hatipli olduğu için üniversitelerden geri çevrildiler. Tuttular gurbet yollarını. Kimi Azerbaycan’a gitti, kimi Ukrayna’ya kimi de Bulgaristan’a gitti. Çoktan okullarını bitirdiler ama üniversite diplomaları bile kabul edilmedi ülkemde, Türkiye’mde. Şimdi üniversite okudukları ülkelere hizmet ediyorlar. Büyük işleri Bulgaristan, Ukrayna bayrakları altında yapıyorlar. Ve eminim yıllar sonra onların buluşlarını milyon dolarlar vererek satın alacağız.

          Masa başında ülke kurtarmaya çalışan büyükler kendilerini başarılı sayıyorlar. Yeşil örümceklerden kurtulduk diye seviniyorlar. İşlenebilecek zekâyı, üstün kabiliyetli bu kişileri ülke dışına yollamakla övünüyorlar. Ülkeye verdikleri zarar,Atatürk’ün muasır medeniyetler seviyesi bu adamların umrunda değildir. İlgilendikleri tek şey, göbekleri ve koltukları.

           Selam olsun İmam Hatipliye! Helal olsun davasında arkaya bakmadan yürüyenlere. Yazıklar olsun kendi menfaatlerini ülke menfaatlerinin önünde tutanlara.

6
Ara

VURUN İMAM HATİPLİYE

   Yazar: Doğan ÖZÇELİK

           

   Şimdinin gelişmiş olan Avrupa’sı henüz gelişmeden önce, tuvaletlerinin paketlerle dışarı attığı, insanlar kafalarına pislik gelmesin diye şemsiye kullandığı zamanlardı. İki haşarı kız çıktı ve cadılar bize tecavüz etti diye ortalığı birbirine kattılar. Polis cadıları aramaya başladı. Doğal olarak da bir şeye ulaşamadı. Dosyayı kapatabilmek için onlarca köylüyü cadılara yardım ve yataklık yapmaktan tutukladı, konuşturmak için günlerce işkence yaptı.

   Şimdinin dünya devi olmaya hazırlanan, büyük oynamaya başlayan Türkiye’nin henüz belini doğrultamadığı, açlığın,ilaçsızlığın pençesinde kıvrandığı  zamanlardı. İnsanları oyalamak, demokrasiyi, işsizliği ve haklarını aramayı düşünmemelerini sağlamak için bir şeyler yapmak gerekiyordu! İki haşarı çok bilmiş çıktı irtica geliyor dedi. Polis ve asker  cadı avına çıktı. Bulamayınca çaresiz bir arayışla imam hatibe sarıldı. Ve yıllardır amansız hakaretlerle ve değişik yollardan aşağılamalarla işkenceye devam ediliyor İmam Hatipliye.

    On bir yaşındaydım imam hatibe yazıldığım zaman, o zaman orta okullar da ayrıydı. Gölcük’teydi  okulum, donanmanın merkezinde. Daha 28 şubat süreci başlamamıştı ama soğuk rüzgarı hissediliyordu. Okulumuzu teftişe üniformalı,bol yıldızlı amcalar gelmeye başladı. O sırada çevik bir komutan şubat müjdesini(!)  verdi. Asker amcalar ziyareti sıklaştırdı bu kadarla da kalmadı bizi de davet ettiler(!) garnizona. İki haftada bir laiklik konulu konferanslara katılmamız zorunlu oldu. Tabii kız öğrencilerin baş örtüyle gelme ihtimaline karşı onların gelmesini yasakladı asker amcalar.

    El kadar çocuklardık. Başörtülü arkadaşlara tehditler gelmeye başladı. İlk dönem başını açmayan takdir- teşekkür alamayacak ,ikinci dönem başını açmayan okuldan atılacak. On iki yaşındaki kız öğrenciye yapılan tehditti bu.

          

    Sözlerinde durdular, hiç aman vermediler, ziyareti aksatmadılar hiç. Başını açmayan öğrenciye türlü eziyetler yapıldı. Öğrencinin başını açmayı başaramayan idareciler akıl almaz eziyetlere uğradı. Müdürümüz bir okula normal öğretmen olarak atandı, müdür yardımcımız da. Müdürümüz mahkemeye verdi, türlü yerlere baş vurdu. Ve kazandı ama yeni görevine başlayamadan 17 Ağustos depreminde Hakk’ın rahmetine erdi.

    Cadıları yakalayamamak deli etti Avrupalıları. Gittikçe daha da sinirlendiler ve yakaladıkları masum köylüden aldılar hınçlarını. Türkiye’de mi ne oldu? Hala alamadılar hınçlarını…

       Hayat bazı bazı vuruyor suratımıza görmek istemediğimiz görülmesi gerekenleri. Siyasi görüşler, ideolojiler, dünya görüşleri, vs… aramıza ne kadar da çok mesafe koymuşuz meğer! Meğer biz bizi bulmaya çalıştıkça uzaklaşmışız bizden, atmışız bir kenara ne varsa kendimizden. Hayatın etrafımızda döndüğünü düşünüyorken, hayat geriye bıraktıklarımızın etrafında dönüyor; hayatı kendimizin kendiliğine ulaşmış, kendimizden kopardıklarımız döndürüyor. Her zaman olduğu gibi yine aynı gaflete düştük; hayatın anlamını aramaya çıktığımız bu yolculukta uzaklara gitmemiz beyhudeymiş, anlam hayatımızın hemen yanı başındaymış meğer. Anlam basit gördüğümüz hayatların umut yüklü bekleyişlerindeymiş. O küçücük tek odalı evlerinde, daracık çadırlarındaymış…

         Endişe ve stres dolu çıktığım bir yolcuktayım. Özümün ait olduğu özlem hülyalarının pembe olmaktan çok uzak bilakis kıpkırmızı bir gerçeklikle tüm ruhumu sardığı bir yolculukta. Yollar böyle bir şey işte. Ve eğer kaybolursak bir gün yapılması gereken en güzel şey; tüm çılgınlığıyla bilmezliğe doğru yönünü çevirmiş, delidolu ve girdikten sonra çıkması mümkün olmayan bir yola girmek. Ya bizi kaybedecek; ya da bizi bize götürecek. Ya kendimizi bulacağımız, ya da kendimizden geçeceğimiz bu yollarda. Yol; o kadar duygusuz, o kadar taş kalpli ki: bunca kahrıma rağmen hiç tereddüt etmedi ve ilerledikçe ilerledi. O kadar sivri dilli, o kadar patavatsız ki; aniden çıkarıverdi karşıma beni çıkmazlara sürükleyecek olan gerçekleri. Çocukluğumu, küçüklüğümü, önümü kestiğinden dolayı kendisinden öte başka bir hayalim olmayan dağları ve daha nice küçüklüğümün büyük küçüklerini, haykırmaktan hiç çekinmeden, utanmadan çarptı yüzüme.

                 Büyüdükçe hayaller de küçülüyormuş meğer. Her şey düşlerle başlıyor ama hüsranlarla devam ediyormuş meğer. Meğer hazan en çok hüzne değil; insana yakışıyormuş ve en çok ümitlerin seyrekleştiği yerde seyir ediyormuş. Yollar o kadar alışık ki kendisinden bir şey istenmeye; artık duyarlılıklarını yitirmişler yollar. Her isteyene tamam diyip geçmeye… Beklentilerini yollardan ümit eden benim gibi umut fakirlerinin hüsran tarlası yollar. Bazen hazin hazin söylenen bir türkünün yanık dizelerinde, bazen acı acı feryat eden bir bebenin annesinden işittiği şefkat kokan ninnilerinde ve bazen de buram buram hasret kokan bir sevgilinin umut dolu gözlerinde başlar yollar. Buna mukabil bazen de tam bu noktalarda son bulur. Bazen bir otobüs biletinin arka yüzünde, bazen bir telefonun karşı avizesinde ve bazen de bir evladın serzenişlerinde başlar yollar. Ve yine bazen de tam bu başlangıçlarda tükenir yollar. Çoğu zaman bir çizgi gibi net bir başlangıcı olsa da, ne başı bellidir ne de sonu. Bazen tam bir muammadır yollar. Ve bazen gurbetin diğer adıdır yollar.

              Yollar; en çok da yalnızlara yoldaşlık yaparlar. Bazen hem bir izdir, bazen de bir arkadaştır yollar. Kimine göre ‘ince, uzun ’, kimine göre ‘ömürden daha uzun’. Ama bana göre hem ince, hem uzun, hem de ömürden daha uzun. Bazen de göz kapayıp açmaktan daha kısa daha yakın. Görmek istediklerimizle aramızda ince bir kıl olur. Yürünmeyecek kadar ince ve uzun. Görmek istemediklerimizle; ölümlerle, ayrılıklarla ise aramızda bir şimşek olur. Çakıp söner; bir ayağımız uzaklardadır, bir ayağımız da acılarımızın yanı başında. İşte bu kadar çok şeydir yollar.

           İşte hayat denen bu çizgi, yolların bir parçası, birgölgesi. Belki de yolların ta kendisi. Yürüyoruz, yürüyoruz… Ama ne yol bitiyor ne gidilecek yer çıkıyor karşımıza. Bazen patikalarda, bazen geniş otobanlarda, bazen dağ sırtlarında, bazen dik yokuşlarda, bazen sarp inişlerde ilerlemek , ilerlemek… Senin gibi, benim gibi, çiçek gibi, çocuk gibi sonunu göremediğimiz ama sonunu hissettiğimiz bu yol da bitiyor işte. Zaman bir yol, hayat bir yol, gençlik bir yol, düşüncelerin bile bir yolun bir parçası olduğu; hatta o da hayat gibi yolların kendisi olduğu bu dipsiz kuyular, bu keskin kılıçlar, bu zor imtihanlar bitiyor işe. Ve hepsi yanyana geliyor yavaş yavaş. Ve hepsi birleşiyor yavaş yavaş. Ve hepsi bir yere ; ‘O’na çıkıyor. ‘O’na giden yollarda sürünerek gitsek de, yerlerde gitsek de, çarparak gitsek de ‘O’ na gitmek, ve yolların en büyük hasleti; ‘O’na götürmek bizi…

     Mevlüt KARAKAPLAN

18
Kas

Facebook Msn’em Online Meselem

   Yazar: ?brahim ARSLAN Tags:

Msn Facebook

Çok değil, daha şundan 3-5 yıl önce piyasaya çıktıklarında ; artık internetin abileri bunlar herşey bunlar üzerinde şekillenecek gibi bir his doğmuştu içime ama her şeyi elinde ustaca eskiten zaman bunlarıda soldurmaya başladı.

Sevgili dostlar bu hafta size bilgisayarlar ve internetin başımı döndüren olaylarını ve bu konudaki izlenimlerimi aktaracağım.

2000’li yıllara yaklaşırken yaşadığım şirin ilçem Biga’ya internet kafeler açılmaya başlamıştı. O dönem boş zamanlarımda atar, tenis ve bilardo salonlarına gitmekte olan ben, internet kafelerdeki bilgisayarları gördükçe kulanmak ve bunlarla oyun oynamak istiyordum. Ama o zamanlar bunları kullanmayı bilmediğim için de hiç bilgisayarın başına oturmamıştım. Bir gün arkadaşım ben biliyorum gel gidelim demesiyle ilk bilgisayarla tanıştım. 🙂 O gün ne yaptığımızı pek hatırlamasamda Chat odasına girip karşıdaki bir kişiye tuşlarla bir şeyler yazıp cevabının geldiğini görmek beni heyecanlandırmıştı. Ardından geçen zamanda oyunlar falan derken yeğenim Fahri KAPLAN’a bilgisayar alınmıştı ve onun yardımıyla da mynet.com uzantılı internette sadece bana ait olan bir e-posta adresim olmuştu.

Ne kadar da heyecan vericiyidi!!!

ibrahimarslan2000… diye başlayıp milenyumun gelişini müjdeleyen bir mail adresi. İlk zaman pek bir şeyler yapamadığımız için zaman zaman e- posta adresime giriyor ve adreslerini bildiğim kişilere cep telefonundan mesaj çeker gibi “Naber, Nasılsın, … falan filan oldu” gibisinden mesajlar gönderiyordum. Ardından bir e-kart olayı geldiki sormayın tadını, özel günlerde artık mesajlarımızı e-kart ilaveli gönderiyorduk.

Bayram e- kart

Tabi internette yapacaklarımız şimdikinden sınırlı olduğu için o dönemin popüler zevklerinden bir Manager oyununa daldık ki sormayın ” World manager 2000″ ne kadar da güzel bir oyun her zaman girip oynuyoruz. Hatta istanbuldaki diğer yeğenim Hikmet de benden önce Fahri’den kaparak mübtelası olmuş üçümüz birlikte olunca takımlar seçiyor ve turnuvalar yapıyorduk. Neyseki onun etkisi bende çok fazla sürmese de futbola ilgisi benden yüksek olan yeğenim Fahri’yi zaman zaman bu oyunu oynarken görmekteyim ve hala bırakamadığını söylemekte. Bende bundan sonra harika bir oyun keşfettim “Age of Empires II”. Az mı harçlıklarımı verdim internet kafelere bu oyunda zaman harcarken! Ama sonunda hardestte (en zor) karşımdaki rakibi yenmeye başladıkça bu oyundan da elimi eteğimi çektim. Zaman zaman tekrar bu oyunu oynasamda artık eski performansımın kalmadığını görüyorum daha düşük seviyelerde bile yenilmeye başladım bilgisayara karşı.

Neyse bugünlerin çılgın modası msn ve facebook’a geçeyim. Benim hayatıma yaklaşık 5 yıl önce girmişti msn. İlk çıktığında oda diğerleri gibi çok heyecan verici bir şeye benziyordu ama artık eskisi gibi yazıları göndermeye değil o oynayan, zıplayan ifadelere şaşırmıştım ilk zamanlar. Sonraları ses ve görüntü özelliğini tadınca artık bundan da ötesi olmaz msn’nin üzerine hiç bir şey gül koklatamaz derken bu teknoloji öyle bi hızlandı ki daha birine doymadan artık öbürüne atlamaya başladık ve facebook çıkıverdi piyasaya. Kendimi bildim bileli hep soğuk bakmışımdır bu online internet dünyasına kişisellerimi bırakmayı. Gel zaman git zaman çok dirensemde sonrasında arkadaşların

– gel gel şu videoya bak

– şu bizim arkadaş değil mi?

– bak şu kız bizim eski okuldan değil mi?

… değilmi, değilmi sözlerinden sonra bir gün üye olucam ama resmi ve özel bilgilerimi falan koymucam sadece zaman zaman videolara bakarım düşüncesiyle dalıverdim facebook kervanına. Gel zaman git zaman ona buna bakarak bizde seriverdik ipliği pazara sadece video izleyeceğim diye girdiğim facebook’ta çağ atlayarak reklam vermeye kadar gittim. Şundan 6 ay öncesinde yoğun bir şekilde kullanmışsam da artık doyuma ulaştım ve haftada 1-2 defa ya giriyorum ya da hiç girmiyorum ve ayrıca girsemde son iki aydır ofline girmediğimi pek hatırlamam. Çünkü buradan ve msn’den luzun olmadıkca görüşme yapmak istemiyorum ve hem saçma gelmeye başladı bu işler, yazımı okuyan arkadaşlarım varsa da söyleyeyim “lüzumsuz yere lütfen online mesaj yazmayın” ama konuşmak isterseniz veya güzel bir şeyi mail adresime göndererek paylaşırsanız memenun olurum. Bende olan bu facebook msn doyumunu geçen hefta arkadaşım Mustafa’ya açtımda ondanda artık pek tat vermediğini ve son günlerde çok seyrek girdiğini söyledi. SİZDE DURUM NE?

Ayrıca geçen haftasonu internette geçirdiğim rutin zamanların birini arkadaşlarıma ayırarak pikniğe gittim ki sormayın keyfimi! Sizde msn’de veya facebook’ta konuştuğunuz arkadaşınıza dışarıda veya uygun bir ortamda buluşmanızı teklif edin ve oraya gidin ve göreceksiniz ki online muhabbetten ne kadar güzel sıcak ve samimi bu yaptığınız. Eğer dediğim gibi değilse bir daha yazılarımı OKUMAYIN!

Kayseri fuar piknik

 

    Beşiktaş, belki de sezonun en önemli maçına çıkıyor bu akşam. Tek hedef galibiyet. Haydi Kartal’ım, Wolfsburg’u devir; İnönü bayram yerine dönsün.

Beşiktaşım senin için

Yakarım bu dünyayı.

Hiç kimseler bitiremez

Kartal yüreğimde sevdanı.

Okulumun sırasında,

Gecenin bi yarısında,

Ölüm kalım arasında,

Aklım beyazında karasında.

    İnönü’deki bayram hâli şimdiden gözlerimin önünde.

16
Eyl

BANA SILA OLMUŞ GURBET İLLERİ

   Yazar: Doğan ÖZÇELİK Tags: ,

“Ben gurbete aşıktım, gurbet beni seviyordu. En vefalı dostumdu. Dokuz yıl hiç ayrılmadık, her gece koyun koyuna yattık. Başımı dizine her yasladığımda  ılık bir rüzgarla  okşadı saçlarımı.”

  

Gurbet kelimesini ilk kez 6-7 yaşlarımda duymuştum. Bir klip vardı, gurbet vurgusu yapan. Erzincan’dan çok sayıda görüntü vardı. Sonunda sanatçı “kara tren’e” binip uzaklaşıyordu. Bizim evimizde bir mevlüt ya da ilahi bir seda dinlenir gibi dinlenir, büyükler gizli gizli ağlardı. Erzincan’dan göçeli o yıllarda henüz 3-4 yıl olmuştu. Yoksulluk illeti vurmuş, yakacak kömür bulamayacak konuma düşülmüştü. Ne güvenecek bir dost ne de yardım isteyecek bi hısım vardı ,zalim gurbette.

Yıllar geçti durumumuz düzeldi; dostlar, akrabalar geldi yerleşti Kocaeli’ye. Ben gurbeti görmeden önce Kocaeli’ye gurbet diyordum. Artık sıla diyorum.

İliklerime kadar hissettiğim ilk gurbet Gölcük Depremi’nin ardından geldi. Yatılı okulu yazdırıldım. Ailem beni bırakıp gidene kadar ağlamadım. Sonra çektim yorganı başıma; ağladım, ağladım, ağladım… Yalnızlığıma mı ağlıyordum yoksa ailemin benden uzaklaşmak için yatılı okula verdiği düşüncesine mi… (o dönem bu şekilde düşünsem de sonra hayatımı olumlu ettkileyen bir karar olduğunu idrak ettim.)

Bir yıl sonra lise için başka bir şehre, yeni bir gurbete yol aldım. Yavaş yavaş sindiriyordum gurbeti. Sevmeye başlamıştım çaresizliği…

Üç yıl sonra üniversite için başka bir şehir… Artık gurbete giderken çekinmiyordum, adımlarım geri gitmiyordu. Gurbet bana sıla olmuştu. Gurbetten sıla olur mu? Olmuştu işte…

Üniversiteden sonra tayinim Kocaeli’ye çıkmıştı. Ailemin yaşadığı şehir… Şaşırdım, afalladım, sudan çıkmış balığa döndüm. Kafamdaki aile kavramı karıştı. Eskiden para istenen, bayramda seyranda gidilip el öpülen bir müesseseydi. Şimdi beraber yaşayacak olmak… Nasıl bir şeydi acaba?

Ben gurbete aşıktım, gurbet beni seviyordu. En vefalı dostumdu. Dokuz yıl hiç ayrılmadık, her gece koyun koyuna yattık. Başımı dizine her yasladığımda  ılık bir rüzgarla  okşadı saçlarımı.

Ben gurbete aşıktım, gurbet beni seviyordu.Yine dayanamadı bensizliğe. Uzaktan çağırdı bu sefer, çok uzaktan… 1400km idi küsüratı saymayınca. Daha ilk günümde hasta oldum.  Gurbet üzüldü… Koluma serum bağlıyken gurbet illerinde yazdığım bu satırlarda tereddütsüz haykırıyorum;  gurbeti seviyorum. Öz vatanım; gurbet. Sılam ;gurbet…

gurbet.jpg

 

 Yazarımız Doğan Özçelik, bir haftadır hastanede. Biraz üşütmüş. İnşallah en kısa zamanda toparlanıp, aramıza katlılacak ve yazılarıyla bizlerle birlikte olacak. Değerli yazarımıza geçmiş olsun diyor, acil şifalar diliyoruz.

 

    2002 Dünya Kupası’nda İlhan Mansız’ın Senegal’e attığı golün videosunu ne zaman izlesem tüylerim diken diken olur. 7 yıl önce yaşadığımız o müthiş heyecanın, gördüğümüz o güzel rüyanın tadı hâlâ damağımdadır. Bir daha yer alacağımız Dünya Kupası’nı iple çekerim o günden beri.

    Aksaya aksaya ilerlediğimiz, hoca değişikliği ile toparlanmaya çalıştığımız 2006 Dünya Kupası elemelerinde baraj maçında İsviçre ile eşleşmiştik. İsviçre’yi elersek 4 sene sonra tekrar Dünya Kupası’ndaydık. İlk maçı deplasmanda 2-0 kaybetmiştik. İkinci maçta her şeyimizi ortaya koymamız gerekiyordu. Şükrü Saraçoğlu’ndaki maçın 1. dakikasında şok bir penaltı golüyle 1-0 geriye düşünce işimizi iyice zora sokmuştuk. Artık 3 farklı kazanmamız gerekiyordu. Bu da gol yemeden 4 gol atmak demekti. Ama Milli Takım’ımız öyle motive olmuş, öyle iştahlı idi ki kurduğumuz müthiş baskı ile 50.dakikada 3-1’lik üstünlüğe ulaşmıştık. Artık daha fazla inanıyorduk. Bu işi bitiriyoruz duygusu bize hâkim olmuştu. Ama bu duygudan sonradır ki tempomuz birden düştü. 30 dakika boyunca ilk 50 dakikadaki arzumuzdan eser yoktu. Ta ki 80. dakikada yediğimiz gole kadar. Bu golden sonra tekrar canlandık. Bir gol daha bulduk. Ama yetmedi. Tarihimizin en iyi oyunlarından birini, belki de en iyisini oynadık ama yetmedi. Ah o İsviçre maçı, öyle içimde kalmıştı ki. O gün maçı beraber izlediğim arkadaşlara söylediğim sözler hâlâ aklımda: “Ah ki ah! Bir Dünya Kupası’na katılmak için 4 sene daha bekleyeceğiz!”

    Bekledik, ama olmadı. Çok büyük bir sürpriz olmazsa da olmayacak. Dünkü Bosna beraberliğinden sonra  Dünya Kupası Kafdağı’nın ardında bir yerlere gitti. Masallar gerçek olur, Kaf Dağı’nın ardına ulaşılır mı? Zor, çok zor. İpler artık bizim elimizde değil ki! Hatta elimizden tamamen çıktı. 

    Haziran’da 32 ülkenin milli takımını izlerken içimiz içimizi yiyecekse yine… Ve Türkiyeli bir Dünya Kupası görmek için seneler dörder dörder gidiyorsa ömrümüzden. Yazık, çok yazık!

7
Eyl

Ramazan

   Yazar: Metin Topçu Tags: , , ,

 

Ramazan mübarek ay, müminlerin balayı;
Hatırla der, suyu bal kaybedilmi
ş sılayı…

                                Necip Fazıl Kısakürek

28
Ağu

Yasak

   Yazar: Doğan ÖZÇELİK Tags: , , ,

 

    Otobüste yolculuk yapıyordum. Arkada üç kişi Almanca konuşuyordu. Sadece birisi gurbetçiydi, ikisi yabancı. İlerleyen dakikalarda host gelerek telefonlarını kapatmasını, bilgisayarın elektronik felan filan anlattı uzun uzun sonuç olarak “Arabada tel yasak” dedi. Grup şaşırmıştı. Türkçe bilen itiraz etti: “Ben Almanya’da bu arabaların o dediğiniz sistemini yapıyorum ama telefonun zarar verdiğine dair hiçbir bulgu yok.” Zaten Avrupa’da da hiçbir ülkede böyle bir yasağın bulunmasını anlatmaya çalıştıysa da görevli sesini yükselterek “Yasak kardeşim, yasak” dedi. Şaşırmışlardı. Yurdum insanı da şaşırmalarına şaşırdı. Burası Türkiye, herkes gücünü göstermek için bir şeyler yasak eder. Muavin telefonu, müdür saç uzatmayı, YÖK baş örtüyü, RTÜK tartışmayı… Herkes kendi alanında bir şeyi yasaklar burada ben varım demek için.

    Zamanında adamın biri tuvaletçilik yapıyormuş mıllete sen şu ibriği sen bu ibriği kullan diye talimat veriyormuş. Adamın bırı aceleden dediği ibriği değil diğerini almış adam başlamış bağırmaya “Ulen beni dinlemezseniz ibrikçibaşılığım nerde kaldı”.   

    Yasaklar delinmek için değil. Şu yasakları azaltalım, daha özgür bir hayat sunalım. Azaltalım ki asıl yasaklara uyulsun. Kırmızı ışıkta duruldun,hız sınırına uyulsun. Her yasağa uyarsak hayat işkenceye döner demeyelim.    

    Yasak demişken sigara yasağına da değinmek gerek . Muzdarip olduğum bir meseleydi gerçekten rahat nefes almaya başladım. Buna kapalı alanda sigara yasağı demeyelim de, kapalı alanda temiz hava özgürlüğü diyelim.

 

26
Ağu

Bakmak ve Görmek

   Yazar: Fahri Kaplan Tags: ,

 

                                                                               -dîvâne yazılara bir yenisini daha eklerken…-                                                                               – dîvâne yazılara bir yenisini daha eklerken..-                                                         -dîvâne yazılara bir yenisini daha eklerken…-    

    Bak, ama görmüyorsan bakmanın da bir faydası yok. Bakmak ayrı görmek ayrı. Bakmakla olsa köpeklerin kasap olacağını söylemiş kudemâ. Bakmakla değil; akmakla, nüfûz etmekle açılır kapılar.                   Bak, ama göremiyorsan bakmanın da bir faydası yok. Dar ufuklarda hapsolmaya mahkum kalanlar ne talihsizdir. Güneşi balçıkla sıvamaya çalışanlar nice bir muhâlin peşindedir. Bak! Bakmakla yetinme ak, nüfûz et! Perdeler, nüfûz ettikçe aralanır elbet.

    Bak, ama göremiyorsan bakmanın da bir faydası yok. Görmeden bakma diyemem çünkü bakmadan göremezsin. Her bakan göremez ama görenlerin hepsi bakmıştır. O yüzden sen de bak! Bakmakla yetinme ak, nüfûz et! Dünya, baktığını görenlerle aydınlanır elbet.

     Fahri yeter bu kadar divanelik, artık aklını da al yanına.  Bir de gönlünü, basiretini al öyle bak!

           Bak, ama görmüyorsan bakmanın da bir faydası yok. 

                                                                               Fahri Kaplan         

                                                                                   

21
Ağu

Sivil Hayat İçinde Asker

   Yazar: Doğan ÖZÇELİK Tags: , ,

 

    Arkadaşım içlerinde asteğmenin de bulunduğu bir grupla damsız girilmeyen bir bara gitmişler. Kapıdaki görevli nazikçe damsız girilemeyeceğini ifade etmiş. Bunun üzerine asteğmen olan askeri kimliğini göstererek girmelerine izin verilmesini istemiş. Görevli kuralları uygulamak zorunda olduğunu giremeyeceklerini belirtmiş. Bunun üstüne birkaç defa daha kimliğini gösteren asteğmene görevlinin cevabı şu olmuş: “Arkadaşım niye ikide bir kimliğini gösteriyorsun. Burası kışla mı?”

    Demek ki Türkiye’mizde de bir şeyler normalleşmeye başlamış. Taşlar yavaş yavaş yerine oturuyor. Askerin asker olduğu yer kışla. Dışarıda sivil , siviller gibi sivil. Üstünlüksüz,ayrıcalıksız. Sonuçta kast sistemi kaç ülkede kaldı ki?

    Askerin görevi kendi vatandaşının değil düşman ülkelerin kalbine korku salmaktır. Gücünü düşmana göstermek, görevine kenetlenmek, siyasetten, ülke yönetme hevesinden uzak durmak.    

     Evet askerden korkmuyoruz ama askeri seviyoruz. Devlet yönetme hevesiyle genç Osman’ı katleden orduya duyulan öfkeden uzağız. Fatih’in ordusuna duyulan sevgi gibi sevgimiz. Kanunî’nin ordusuna duyulan güven gibi güvenimiz.

 

    Onbir ayın sultanı Ramazan ayınızı tebrik eder; bu mübarek ayın ülkemize ve bütün İslâm alemine bereket getirmesini temenni ederiz.

                                  Lâfistan Site Yönetimi

 

    Yediğim yemekten sonra rehavet basmış, uzandığım kanepede yarı uyur yarı uyanık vaziyetteydim. Ekranda 9:58’i görünce birden fırladım yatağımdan. Gözlerime inanamadım! Nasıl bir adam bu dedim kendi kendime. Az önce yavaş yavaş kapanan gözlerim bir anda fal taşı gibi açılmıştı. Tamam, 100 metre rekoru kırılırdı. Hele rekorun sahibi Usain Bolt, tekrar kırardı. Kırardı da bu rekor hep 1-2 salise, olmadı 3 salise geliştirilirdi. Maurice Green 1999’da Donovan Bailey’in rekorunu 5 salise geliştirerek 100 metreyi 9:79’da koştuğunda bu rekorun kolay kolay kırılamayacağı konuşuluyordu. Asafa Powell, o rekoru iki kez kırmıştı. Ama Jamaikalı Usain Bolt, iki senedir herşeyi alt üst etti. Geçen sene önce 9:72 sonra da etrafına bakınarak, şovunu yaparak 9:69 koşmuştu. Bu sene biraz daha ciddiye aldı ve rekorunu tam 11 salise; evet, evet tam 11 salise geliştirerek 100 metreyi 9:58’de koştu. Geçen sene şov yapmak yerine daha ciddi koşsan daha iyi derece yapardın diyen gazetecilere verdiği cevap hâlâ aklımda: “Rekor benim değil mi istediğim gibi kırarım size ne!”

    Usain Bolt, rekorları istediği gibi kırıyor. Böyle bir atleti izleyebildiğimiz için çok şanslıyız.

    ***

100 metre dünya rekorları:

 9″95 Jim Hines (Usa), 14/10/68 a Città del Messico
9″93 Calvin Smith (Usa), 03/07/83 a Colorado Springs (Usa)
9″92 Carl Lewis (Usa), 24/09/88 a Seul
9″90 Leroy Burrell (Usa), 14/06/91 a New York
9″86 Carl Lewis (Usa), 25/08/91 a Tokyo
9″85 Leroy Burrell (Usa), 06/07/94 a Losanna (Svizzera)
9″84 Donovan Bailey (Can), 27/07/96 ad Atlanta (Usa)
9″79 Maurice Greene (Usa), 16/06/99 ad Atene
9″77 Asafa Powell (Jam), 14/06/05 ad Atene
9″74 Asafa Powell (Jam), 09/09/07 a Rieti
9″72 Usain Bolt (Jam), 31/05/08 a New York
9″69 Usain Bolt (Jam) 16/08/08 Pechino
9″58 Usain Bolt (Jam) 16/08/09 Berlino

         Kaynak: acetobalsemico.blogspot.com

14
Ağu

Gazete

   Yazar: Doğan ÖZÇELİK Tags: ,

 

    Terminaldeyim. Otobüsün kalkmasına kısa bir süre var. Gazete bayiine koştum. Son bir gazete kalmış, mecbur aldım. Elli kuruş…

    Sayfaları cicili bicili, kuşe kağıda… Türkiye’nin gelmiş geçmiş tek değişik gazetesi iddiasıyla çıkmış meydane. İlk görüşte farklı gerçekten. Ama içeriğe bakınca bildiğimiz boyalı saldırgan medyadan farklı değil. Bir gazetenin farklılığı nasıl kâğıda basıldığıyla değil, o kâğıtta neler basıldığıyla ilgilidir.

    Eşeğe altın semer vursan eşektir. Beyaz gelinlik giydirsen de… Kurbağa öküze benzemek istemiş, ciğerlerini hava doldurunca biraz irileşmiş ama sınırı geçince patlayıvermiş. Yalancı çobana herkes inanıyormuş, bir zaman sonra kimse inanmamış artık.

    En çok da doğkunduğumda elimin kaymasını seviyorum. Değişik bir duygu gerçekten.

    Farkı, ciciliği…

 

   Beşiktaşlıyım. Beşiktaşlı olmakla da hep gurur duydum. Her taraftar, tuttuğu takımın çeşitli vasıflarıyla  gurur duyar. Kimisi başarıyla övünür, kimisi parayla. Kimisi de bunların çok üstünde değerler arar ki, Yıldırım Demirören’in sık sık bahsettiği ama uygulayamadığı “Beşiktaşlılık duruşu” kavramı bu önemli değerleri içermektedir. Bu duruşu Süleyman Seba’da görmüştük. Bu duruşu Ertuğrul Sağlam’da gördük. İstifa konuşması futbolun gökkubbesine bırakılan bir hoş sadâydı. Bu konuşma, “adam gibi bir adam”ın içindeki geniş, derin ve güzel dünyayı dışa çıkarmış ; bu vasıfların kıymetini bilenlerin kalbini fethetmişti.

   Bu duruşun sahiplerinden biri aramızdan ayrıldı geçen gün. Vedat Okyar hem kişiliği hem futolculuğu hem de Beşiktaşlılığıyla unutulmazlar arasında yerini aldı. Onu sadece Beşiktaşlılar değil, bütün futbolseverler sevgi ve saygıyla anacaklar.

   Şu hadise karşısında tüyleri diken diken olmayacak Beşiktaşlı, bırakın Beşiktaşlıyı futbolsever var mıdır:

   Bir maçta tartışmalı bir pozisyonun ardından hakem Vedat Okyar’a “Tekme attın mı?” diye sorar. O da “Evet” cevabını vererek sahayı terketmek zorunda kalır. Vedat Okyar bu olayı “Hakeme Beşiktaş formasıyla yalan mı söyleyecektim utanmadan?” diyerek açıklar.

   Beşiktaş formasının asaletini, kıymetini bilenlerdendi Vedat Okyar. O formayı taşımak nedir iliklerine kadar hissediyordu. “Beşiktaşlılık”ın başarının ve paranın önüne doğruluğu, sadakati, tutkuyu, aşkı, vefayı geçirebilmeyi gerektirdiğini; diğerleri sonra geldiğini biliyordu.

   Süleyman Seba, Ertuğrul Sağlam, Vedat Okyar, Sanlı Kaptan ve diğerleri… Sizler binbir kire bulanmış  futbol dünyasında Beşiktaş’ın beyazı kadar beyaz, siyahı kadar asil bir duruşu: “Beşiktaşlılık duruşu”nu her yönüyle gösteren müstesna şahsiyetler! Kalbinin pompaladığı kan siyah beyaz olan büyük taraftar sizleri unutmuyor, unutamaz, unutmayacak.

   

   Şanlı Beşiktaşım! Sana lâyık olanlar yönetmeli seni. Seni sen yapan değerleri bilenler yönetmeli. Bu taraftarın çifte kupadan çok öte şeyler beklediğini bilenler yönetmeli.  

     “Önce müslümanım sonra elhamdülillah Beşiktaşlıyım” diyen Vedat abi; güzel insan, büyük Beşiktaşlı! Allah kabrini nurla doldursun, seni orada da Beşiktaşı’tan ayırmasın. Ölümle yaşamı ayıran çizginin siyahla beyazı ayıramadığı yerde rûhun şâd, mekânın cennet olsun!

    londra

Uzun zamandır bloğa yazı yazmayalı aklımda olanları bile toplamakta zorlanır olmuşum. Neyse millet, İngiltere’ye dil kursuna gelişimi ve burada geçen 2 günümdeki maceraları bu yazımda sizinle paylaşacağım, umarım birçok kişi için gitmeden önce az da olsa yardımcı bilgi çıkar. Çünkü kendim gelmeden önce bir çok yeri okuyup korku ve heyecanımı bu şekilde atmıştım.

Yaz dönemini daha iyi bir şekilde değerlendirmek için bir senedir aklımda yurtdışında İngilizce dil eğitimi alma fikri vardı. Çünkü daha önceleri gitmiş olduğum kurslarda pek bir mesafe kaydedememiştim. (Mesafe kaydedememin sebebi de tabi birazda benden kaynaklanıyor. Pek çalışmıyordum, ve pratik yapacak bir konuşma ortamım yoktu.) Sene sonuna 2 ay kala başladım internette sorup soruşturmaya. Tabi ilk günler seçmek için pek bir bilgim de olmadığından hergün bir başka ülkeye gitmeye karar veriyorum. Sırasıyla söyleyecek olursam Güney Afrika (Cape Town), Kanada, Yeni zellanda derken en sonunda forumları iyice talan edip dedimki ben İngilizceyi öğrenicem o zaman en duru en güzel İngilizce İngiltere’de ben de o halde İngiltereye gitmeliyim dedim. Sonrasında artık gözümü diğer ülkelere kapatıp okul seçimine başladım bunda da yaklaşık 2 hafta karar vermek için bir o okul bir bu okul derken kendi huy, hareketlerime ve bütçeme bakarak Soutbourne School of English’e gitmeye karar verdim. Sonrasında okuldan gelen evrakları al, pasaport başvurusu vs. derken 12 gün sonra pasaportumun çıktığını öğrendim ve hemen bir sonraki haftadaki kura başlamak için cuma gününden bilet aldım. (Normalde cumartesi günü gidecektim ama o gün yoğunluktan dolayı ucak biletinin (gidiş geliş) 1.200 lira olduğunu görünce cumadan 562 liraya Londra Heathrow’a  saat:8:00 a Türk hava yollarından bilet aldım.) Neyse bir gün öncesinden İstanbula dayımlara gidip bir akşam onlarda kaldım. Ertesi sabah (sağ olasın) dayım beni (Atatürk Hava Limanı) havalimanına götürdü ve bana yardımcı oldu. Bilet kontrolüne gittiğimizde havaalanındaki görevli nereye gidiyorsun, niye gidiyorsun, valizini kimle hazırladım, birine ait eşya varmı gibisinden başlayınca, sorular her ne kadar güvenlik amaçlı da olsa biraz tırstım.  Ayrıca sadece benim pasaportumu alıp sorgulamak için gidince görevliye biraz canım sıkıldı, neyse ki sonra sorunsuz bir şekilde kontrolden geçip vedalaştıktan sonra serbest bölgeye geçip ilerlemeye başladım. Ardından saat 8’e çeyrek kala uçağın içine alınmaya başladık, koltuğuma geçtiğimde yan tarafımdakilerden birinin “Dil kursu mu kardeş?” sözünü duyunca  hemen heyecanım yatışmaya başladı, kendi kendime he işte yav ne heyecanlanıyorsun herkes gidiyor dedim. Sonra biraz muhabbetten sonra kaynaştık. Yolculuk sırasında, ilk havayolu yolculuğum da olduğundan, bulunduğum cam kenarından aşağıları seyrettim ve bir süre de oyun oynayarak vakit geçirdim. Sonrasında Heathrow Havalimanına geldiğimizde hava İstanbul’daki gibi değil, bulutluylu. Yanımdakilerden Melih “Burası hergün yağmurlu” deyince biraz içim sıkıldı ama ne de olsa dil kursuna geldik tatile gelmedik ya dedim. Sonrasında havaalanında uçak yolcuları indirmek için yaklaşık 20-25 dk bekleyince biraz canımız sıkıldı. Tabi ilk gidişim olduğundan içimden bu adamlar bize gıcık erken izin vermiyorlar diyesim geldi. Neyse ki sonrasında İngiltere toprağına ayak bastık. Bende tekrar heyecan başladı pasaport görevlisine ya doğru düzgün cevap veremezsem falan filan. Elimdeki sözlükten (istanbuldaki sorulan sorulara benzer sorular sorarlar demişlerdi) bilmediğim kelimelere bakarak yol alıyorum. Sonrasında sıraya geçip sıra sıra boşalan veznelere geçiyoruz. 2. sıradaki orta üzeri yaşlı bayanın yanına gidenlerin biraz fazla soruya muhatap kaldıklarını gördüm ben de tabi içimden inşallah şunda sıra gelmez diye artık içimden sayıklıyorum, ve herşey istediğim gibi olup şeker mi şeker 30-40 yaşlarında güler yüzlü bir adamın yanına gitim, bana  -kaç ay dedi, iki buçuk nasıl diyeceğimi bilemediğim için bende biraz heyecanlanarak on weeks dedim ikincisinde düzelterek ten weeks dedim neyseki halimi anlayıp gülümsedi. “Öğrenci mi?” dedi, “Yes” falan derken arada birşeyler de söylendi ama pek anlamasam da sonunda posaportu uzatı ve valiz kısmına geçtim. Aslında sonrasında ya niye heyecanlanıyorsunki diye kızdım kendime, ama Atatürk Havalimanı’nda bunca soru sorarlarsa İngiltere’de de ne sormaz diyerek kendimi korkutmuşum. Neyseki sonrarasında ucaktaki arkadaşlarla vedalaştım ve kendime havalanından bir Türk’ün de yardımıyla telefon hattı aldım, ve bir günlük konaklamak için gelmeden önce adresini aldığım Londra’daki adrese telefon ettim. Aradığım kişi Türk olduğu için kolayca hangi trene hangi otobüse bineceğimin tarifini alıp, yola koyuldum. (Şunu da belirmeliyim ki eğer Türkiye’den Londra’ya  geliyorsanız elinize bir tane harita alın az çok da okuma yazmanız varsa burada kaybolmanız mümkün değil.) Trenden indikten sonra bulunduğum yerdeki duraktan bilet makinasına madeni para atıp bir binişlik kart alacaktım ama yanımda demir para olmadığı için, “Acaba otobüste kabul etmezler mi?” diye düşünüp bir sorayım dedim. Neyseki otobüs geldi şöför siyahi biriydi içeri girdiğimde 5 paundu uzattım tam ben binerken arkamda da tekerlekli sandalyeli bir başka siyahi bir adam otobüse binmeye çalışıyordu bana sanki geç der gibi bir işaretle birşeyler söyledi çünkü o an binmeye çalışan o adamla çok kısa bir diyolog kurdu. Şöförlerin de kilitli otobüs mahallinden çıkmaları burada yasak olduğu için arkamı döndüğümde bana birşeyler söylemeye çalışan adamı halinden anlayıp tekerlekli sandalyesinden iterek otobüse geçirdim ve sonrasında belirtilen yere gelip indim.

Söyleyeceğim şudur ki, ben kırık dökük İngilizcemle biraz da maceralı bir şekilde kolayca gelmişsem, artık gerisini siz düşünün, yukarıdaki yazıyı daha heyecanlı kılmak için sözcükleri günlük konuşma dilimle yazdım, umarım okurken sizin heyecanınızı daha çabuk yatıştıracaktır. Ama şunuda söylemeliyimki her ne kadar İngilizceyi Türkiye’de halletseniz de değişik bir ülke, kültür görmek size iyi şeyler katacaktır derim. Eğer gelecekseniz valizinizi hazırlayın, gerisini düşünmeyin. Nasıl olsa bulursunuz gideceğiniz yeri.

Hadi kalın sağlıcakla. (Zaman bulabilirsem size yazarım buralardan.)

İbrahim ARSLAN

ÇANAKKALE / Biga

ibrahim arslan