Archive for Ocak, 2016

30
Oca

Hazân Kuşu

   Yazar: Fahri Kaplan    Kategori Edebiyat

Kuşların şakıyışını,  hazânın sarı yapraklarının kırılgan sesini dinleye dinleye yürüdüm ve gezdim bahçeleri.

Hem kuşlar şakıyor hem de hazân olmasına alışık olmayabilirsiniz. Evet ben de alışık değilim bu imge ile kurgulanmış bir ifadeye. Kuş dediğin baharda şakır derseniz  kış kuşlarını hatırlayın derim. Kış kuşları vardır ama bahardaki gibi cıvıl cıvıl değil derseniz ben de bu metnin bir kurgu olduğunu o yüzden pür-realist bir tasvîre yazarı mahkûm etmeyi pek abes bulduğumu bu metnin yazarı olarak iletmek isterim.

Peki, nerede devamı mı diyorsunuz! Aslında çok söz ettim. Devamı olmadan da çok güzel bu cümle. O yüzden ben böylece tek cümlelik bir metin olsun istiyorum. O tek cümleyi tadına vara vara, tekrar tekrar okuyarak. Tefekkürle, hazla, hazanla… Tekrar gelsin öyleyse. Yani metni tekrar paylaşayım. Bu arada… Bütün bu söylediklerim, yani ilk cümleden sonra araya sıkıştırdıklarım metnin aslı değil -zîrâ asıl metin o cümleden ibarettir-  bu metin üzerine   yaptığım bazı izâhat veya türevi unsurlardan addolunsun lütfen. Ne diyordum, yeniden paylaşayım o tek cümlelik metni:

Kuşların şakıyışını,  hazânın sarı yapraklarının kırılgan sesini dinleye dinleye yürüdüm ve gezdim bahçeleri.

28
Oca

Yeniden

   Yazar: Fahri Kaplan    Kategori Edebiyat

   YENİDEN*

Bir hoş beyt bırak yeniden coşar bu kubbe
Ses verdiğin tatlı sözlerle taşar bu kubbe

Gül olur mis kokar kül olur pervâne-misâl
Her mısra’da o şevki yine yaşar bu kubbe

Fahri Kaplan


*: Dil ve Edebiyat, sayı 81 (Eylül 2015), sayfa 12.

28
Oca

KÜÇÜK PRENS VE HAYAT

   Yazar: Mevlüt Karakaplan    Kategori Genel Güncel

indir

İnsanın kendine taparcasına bireyselleştiği ve yapayalnız kaldığı modern zamanlarda,herkesle ve herşeyle olan bağlarımız zayıflarken insani münasebetlerimiz de eriyip tükeniyor hızlı bir şekilde. Kendi eliyle kendi kuyusunu kazan insanoğlunun bu gibi gidişatından rahatsız olan kafalar, hep aynı mantık etrafında dolaşıp hep aynı türküyü söylüyorlar. Bu problemlerden ötürü ”Öz ağzından kafa tasını kusacak” seviyede şiddetli sancılar çeken bu devasa dimağılar, saadeti toplumsal huzurda aramışlar tarih boyunca. Ve neticesinde tüm zamanlara ve insanlara hitap eden eşsiz eserler arz-ı endam edivermiş. Mesela Goethe, o muhteşem eseri’Faust’için; ‘hayatımın toplamı’ diye bahseder. Altmış yıl nasıl bir sabır ve psikolojiyle geçmişse artık; neticesinde insan olmanın derinliklerine bu denli inmeyi başarmış, başrmakla kalmamış belki daha da ötesine ulaşmış bu büyük adam.
İnsaniliği ve alemşumul olması itibariyle yüreğimize en çok dokunan eserlerden birisi de ‘Antoine de Saint’in ”Küçük Prens’idir. Her ne kadar küçüklere yazıldığı söylense de, 30’lu yaşlarımda kendisinden daha yeni yeni kıvılcımlar farkettiğim yapıtın; özellikle yetişkinlerce üzerinde düşüne düşüne okumaları gerektiğini düşünüyorum. Şiddettle tavsiye ediyorum.
2.Dünya Savaşı toplumu ve modern toplumlara yerinde eleştirilerde bulunuyor ‘de Saint’. Mesela sanatçılara, işadamlarına, muktedirlere, sarhoşalra ve daha başka karakterlere ancak bu kadar başarılı inebilir bir yazar. Böylesi fikir insanları sanki kadimden beri her hadiseye şahitlik etmişler ve gelmiş geçmiş bütün insanların her biriyle ayrı ayrı ahbaplık kurmuşlar da, her detaya bu kadar aşına olmuşlar sanki. O kadar içten, o kadar samimi ve o kadar yakından. Her insanın bir alem olduğunu söyler eskiler. Kendi alemine hakim olabilen bu fikir insanları, bütün alemlere nasıl vakıf olduklarını gösteriyorlar böylece.
Elbette kitabın her bölümü enfes. Ama yirmiyedi bölümden oluşan ve her bölümünde ayrı derinliklere inilen bu engin eserde en ilgimi çeken ve içimi okşayan kısmı ‘küçük prens’in bir ’tilki’ ile karşılaştığı kısım. Girişte de değindiğim dost olmak, bağımlı olmak, bağlanmak birilerine ya da birşeylere; vefa ve bağlılık göstermek mevzusuyla alakalı olan kısmı. Hikayade ‘küçük prens’ ile ’tilki’ arasında geçen diyalog şöyle:
-(…)
“Gel, birlikte oynayalım. Öyle mutsuzum ki” dedi küçük prens.
“Seninle oynayamam” dedi tilki, “ ben evcil bir hayvan değilim.”
“Buna çok üzüldüm” dedi küçük prens. Ama biraz düşündükten sonra: ”Evcil ne demek?” diye sordu….
…‘Bağ kurmak’ anlamına gelir.”
“Bağ kurmak mı?”
“Evet. Örneğin, sen benim için sadece küçük bir çocuksun. Diğer küçük çocuklardan hiçbir farkın yok benim için. Sana ihtiyacım da yok. Aynı şekilde, ben de senin için dünyadaki yüz binlerce tilkiden biriyim sadece. Bana ihtiyaç duymuyorsun. Ama beni evcilleştirirsen eğer, birbirimize ihtiyacımız olacak Sen benim için tek ve işsiz olacaksın, ben de senin için.”
“Anlamaya başlıyorum” dedi küçük prens. “Bir çiçek var. Sanırım o beni evcilleştirdi.”…
Sahip olduklarımızın her gün arttığı dünyamızda, bağ kurduklarımızın ve ’tilki’nin ifafesiyle evcilleştirdiklerimizin ne kadar da eksildiğinin farkında mıyız? Evet, ‘bağlanmak’; bebeğe, anneye, sevgiliye bağlanmak. Hayata, mesleğe, eğlenmeye, düşünmeye… Ne olduğunu bilmeden ve çok da önemsemeden, bağlanma nimetinin başlı başına ne de büyük bir lütuf olduğunu hissedince ‘Küçük Prens’ daha çok tesir ediyor, daha çok okşuyor yüreğimizi.
Bağlanılan her şeyin nazarımızda ki biricik ve nev-i şahsına münhasır olduğunu idrak ediyoruz ilkin. Ve sonra, biriciğimizi sakınalım derken herşeyi ondan sakınmaya başlıyoruz. Bir gün elimizden uçup gideceği için,bağlarımızı kuvvetlendirmişsek eğer, gitmek bağlandığımızı elimizden alabilmesine rağmen bağımızı daha da muhkemleştiriyor çoğu zaman. Bağlarımız ve bağlandıklarmız olmasaydı eğer yalnızlığımız daha da katmerleşecekti, dünya daha da yaşanılmaz hale gelecekti her birimize. Oysa ‘bağ kurmak’la; dost oluyoruz, paylaşıyoruz, özlüyoruz ve vefa duyuyoruz.
Lakin şu küçük dünyada, bağlandığı ve dolayısıyla sevdiği, hasret duyduğu, en önemlisi de paylaştığı birileri ya da birşeyleri olmayanlar nerden bilecekler ki ‘bağ kurma’yı nimet mertebesine çıkaran kıymetleri? Nerden bilecekler ki ne için sevinmeyi ne için ağlamayı? Bağlanmayı nerden bilecekler? Oysa hayatımıza giren her şeyle münasebettar olmuşuzdur artık. Hayatımızda değdiğimiz her şey, kişi yahut olayla bir bağımız olmuştur artık. Onlar artık vefa, paylaşım ve özlem hakeden konumdadır nezdimizde. Muhabbet ettiklerimiz, giyip eskittiklerimiz, kullandıklarımız, içinde yaşadıklarımız ve hatta yediğimiz çikolatanın kabı ve ya meyvenin kabuğuna varıncaya kadar. Tıpkı ‘Küçük Prens’ ve ’tilki’ arasında olduğu gibi, evcileşmemiz ya da evcilleştirmemiz gerekir aradaki bağları. Safları sık tutmak gerektir.

Mevlüt KARAKAPLAN

Not: http://www.cerkezkoyhaber.com.tr/yazar

21
Oca

İNSANLIĞIMIZ AĞIR YARALI

   Yazar: Mevlüt Karakaplan    Kategori Genel Güncel

CTE8k1tWoAAtFpy       İNSANLIĞIMIZ AĞIR YARALI

 
Henüz bir buçuk yaşında. Bir bakışı, bir tebessümü, bir ahh edişi o kadar derinden ve o kadar etkileyici ki;  yeryüzündeki en anlamlı varlık sanki. Sanki gelmiş geçmiş en etkileyici ve en içten insan  oymuş  gibi. En maharetli sanatçıların sanatlarından daha tesirli bizim nazarımızda ses ve hareketleri.
 Küçük Levent Emir’imiz bu davranışlarıyla öyle çok şefkat celp ediyor ki; bütün insanlığın en mağduru, en merhamete layık olanı sanki. Sanki o ağlasa, beraberinde bütün bir insanlık ağlayacakmış gibi. Herhangi bir yerini azıcık acıtacak olsa, sanki tüm dünyanın bağrına hançer saplanmış da herkes Levent’in acısıyla acı duyuyormuş gibi geliyor bize. çünkü o kadar ‘ biricik’, o kadar içimizden bir parça, o kadar nazik ve o kadar nazenin…
Ebeveyni olarak gerçekten ‘melek kadar masum’ olduklarına biz de şahitlik ediyoruz, Levent Emir’in ve tüm çocukların. Çünkü her ne kadar şımarırsa şımarsın; bütün yaramazlıkları, vurup kırmaları, tüm olumsuzluklarıyla bizi çıldırtacağı yerde,  bu hareketleriyle daha çok değiyor yüreğimize sanki. Ağzımızla kızsak içimiz acıyor, gözlerimizi kısıp sinirli baksak yüreğimiz titriyor, gayr-i ihtiyari elimizi kaldıracak olsak dizlerimizin bağı çözülüyor, gözünden bir damla düşse içimizden ırmaklar çağlıyor… Evet, o bizim evladımız, o bizim ciğer paremiz, o bizim en zayıf ama bir o kadar da bizi biz yapan en önemli yanlarımızdan biri.
Ve işte ne zaman Levent Emir’i düşünsem, içimde sürekli yanan o ateşin kaynağı beliriveriyor gözlerimin önünde kare kare. İlkin, Levent’in bizim ciğerimiz olduğu kadar başkasının ciğeri olan o küçük kız çocuğu geçiyor hafızamdan. hepimizin ciğerini paramparça edercesine.  Ortadoğu’da savaşta annesini kaybetmiş bu çocuk,  yetimhanenin zeminine çizdiği anne resminin kucağına denk gelecek şekilde resmin üzerine iki büklüm uzanarak, en çok ihtiyacı olan şeyi,şefkat ihtiyacını, böyle bulmaya çalışırken düşünüyorum.  İçimdeki volkanlar kabarıyor ve kaynıyor…
Hemen akabinde domino taşı etkisi gibi bu resim diğer haberleri yıkıveriyor önüme. Suriye’li mülteci bir kız çocuğunun açlıktan ölmeden önce yazdığı mektubundaki dizeleri geliyor aklıma; bizi insanlığımızdan utandıracak o dizeler: ‘Ey Ölüm Meleği! Acele et ve ruhumu al ki artık cennette yemek yiyebileyim. Ben çok açım!’. hatırlayınca bu sözleri, içimde zaten kaynayan volkanlar çıldırıyor, patlamak üzere darmaduman olmanın bir yolunu arıyor…
Sonra hemen ‘Aylan’ bebek atlayıveriyor tüm gerçekliğiyle ortaya. Evet ‘Aylan’. Hani şu batmış mülteci botundan küçücük cesediyle kıyıya vuran ve tüm dünyanın içini ‘cızz” ettiren minik yavru. Hani şu cicilerini giyip de ”bayramına” bir türlü kavuşamayan yüzüstü uzanmış cansız melek. Hani şu kendisine üç-beş gün üzülmekle yetindiğimiz ve kendisini daha bir çok bebeğin ölmesiyle takip ettiği bedbaht coğrafyanın çocuğu. Hepimizin yavrusu kadar yavru, hepimizin kadar masum, hepimizinki kadar yaşaması gereken küçük yavrucaklar. Bu defa içimdeki deli volkanı tutamıyorum artık. Gerçek bir volkan gibi patlıyorum. Adeta lavları gözlerimden püskürürcesine akıveren bir volkan gibi. Lavlar göz yaşı olup dökülü veriyor gözlerimden sessizce. O günahsız bebelerin hepsi de Levent Emir oluveriyor. Levent Emir’imiz hepsinin suretinde temessül ediyor…
Maalesef görebildiklerimizin görmediklerimize nazaran çok daha vahim ve çok daha tahammül edilmez durumların olduğunu bile bile yine de hiç birşey olmamış gibi devam ediyoruz tüm eğlencelerimize. Afrika’da, Haiti’de, Uzak Doğuda, Mynmar’da ve daha bir çok yerde kim bilir niceleri yaşanıyordur.Kim bilir kaç çocuk açlıktan ölüyordur, kaçı donarak, ve kaç kişi boğularak ölüyordur.  Ama işte hayat yine de devam ediyor. Ateş düştüğü yeri yakıyor çünkü.  Çünkü çaresizlik ve ölüm en çok başkasına yakışıyor. Bize yakışmıyor hiç. Yakıştıramıyoruz bunları bize, yakıştıramayız. Çünkü bizden çok uzak olduğunu sanıyoruz. Halbuki o kadar yakın ki bize; karın ve  soğuğun içimizi üşütecek kadar soğuk havaların yaşandığı bu mevsimde sıcacık ve huzurla oturduğumuz evlerimizin pencelerinden başımızı uzattığımızda; bu çaresizlik tablolarını, ya penceremizin hemen altında ya da evimizin hemen yanında görebilecek kadar yakınken yine de yakıştıramıyoruz bir gün o hale düşmeyi kendimize. Evet, hayat devam ediyor ve insanlığımız ağır yaralı vaziyette.
İşte yine Levent Emir benimle oynamak üzere bana doğru  koşarken, pencereden yere usul usul yere doğru süzülen kar taneleri ilişiyor gözüme. ‘ Hava ne de güzel.Levent Emir’i alıp kartopu oynamaya mı çıkarsam?’ diye düşünürken, birden  ‘Aylan’ bebek ve daha bir çoğu bir tellal gibi bağırıp duruyor tahayyülümde. bir oyana bir buyana dolaşıp çığlık atıyor  her biri.  Kolum kanadım kırılıyor. Kar hala yağmaya devam ediyor ve ben de şairin dediği gibi mırıldanıyorum kendi kendime; ‘ Ne zaman kar yağsa yoksulları, evsiz-barksızları, açları düşünürüm. Karın keyfini çıkaramadım, çıkaramam!!!’…
                                                                                                            Mevlüt KARAKAPLAN
Not:  http://www.cerkezkoyhaber.com.tr/yazar/927/nsanliimiz-air-yarali.html
19
Oca

Şiir Demi

   Yazar: Fahri Kaplan    Kategori Edebiyat

ŞİİR DEMİ*

Şiirimi en lezîz duygularla demledim
Sonra serpildim teşne gönüllere damladım

Güzelden güzele gazelden gazele şevkle
Kudemânın şi’rini hürmetle selâmladım

Rûzda şeble şebde rûzla hem-demlik ‘arûzla
Hâlis şiiri mısra’ mısra’ yudumladım

Gönül medeniyetinin gölgesi altında
Aşk dedi şevk dedi huzûrla doldu her demim

Fahri Kaplan


*Dil ve Edebiyat, sayı 81 (Eylül 2015), sayfa 12.